İslam Ansiklopedisi - Namaz ve Biz - 9
   
Menü
  Ana Sayfa
  İletişim
  Yorum Ve Görüşleriniz
  Burdayiz
  Bize Destek Olun
  DOSTLARIMIZ
  Anket
  Ahir Zaman
  Al-i İmran Suresi
  Allah'tan Korkmak
  Allah'ın 99 İsmi
  A'raf Suresi
  Ashab-i Kehf
  Bakara Suresi
  BAS ÖRTÜSÜ
  Bediuzzaman Said Nursi
  Berat Kandili
  Büyük Günahlar
  Cennet Ve Cehennem
  Cinler
  Dinimiz
  Din Eğitiminde İnsanın Merkezileşmesi
  Din Ve İnsan
  El Zinasi
  Esmâül Hüsnâ
  Evreni Allah Yarattı
  Evrenin Ölümünün Ardından
  Esmaül Hüsnanin Önemi
  Esma-i Hüsnâ'dan Esintiler
  Esnaül Hüsna Faziletleri - Faydalari
  Esmaül Hüsna (Geniş Anlamlı)
  Esmaül Hüsna Zikirleri
  Filistine Destek İHH
  Filistine Destek K.Y.M
  Kiyamete Dogru
  Günün Konusu
  Site Haritasi
  Soru Cevap
  Şiirler
  Risale-i Nur
  Resim Galerisi
  İlahi Oku
  Peygamberlerimiz
  Gusül Ve Abdest
  Islamda Kadın ve Erkek
  Mezhebler
  Mucizeler
  ViDEOLAR
  SiiR
  Namaz Hakkında
  Namazın Edebi
  Namaz Vakitleri
  Namaz ve Sağlık
  Namazlar ve Niyet
  54 FARZ
  Zina Ve Çeşitleri
  Zinanin Kötülüğü
  Zina Ve Dünyevi Azabi
  Zinanin Uhrevi Azabi
  Göz Zinasi
  Göz Zinasi 2
  Gıybet
  Zulüm
  Kibir
  Kızmak
  Şehvet
  Haram ve Şüpheli Yemek
  Kur'an Ve Önemi
  Yunus Suresi
  Fil Suresi
  Kureyş Suresi
  Kuranin Önemi
  Kur'anin İnişi
  İnsan
  İbadetin Önemi
  Nefis
  Ölüm
  Oruç Ve Çeşitleri
  Oruçlarda Niyetin Vakti
  Orucu Bozan Şeyler
  Farz Oruçlar
  Oruç Çeşitleri
  Mübarek Aylar,Günler ve Geceler
  Kadir Gecesi
  Recep Ayı
  Regaib Gecesi
  Miraç Kandili
  Şaban Ayı
  Ramazan Ayı
  Şevval Ayı
  Kurban ve Kurban Bayrami
  Muharrem Ayı ve Aşure Günü
  Kutlu Doğum ve Mevlid Kandili
  Kıyamet
  Kıyamet Günü 1
  Kıyamet Günü 2
  Kıyamet Günü 3
  Hz. Mehdi
  İlahiler
  Karışık İlahi
 
  Esmaül Hüsna Esintisi Dergisi
  Ilk Müslümanlar
  Islam Tarihimiz
  Resimli Namaz Anlatimi
  Islam Alimleri
  Kabe
  Nasihatlar
  HlCRET
  Kuran Ögreniyorum
  DuaIar
  Ahlak Bilgileri
  Besmele Kampanyasi
  Tevhidisohbet
  Sahabaler
  Hadisler
  Osmanli Padisahlari
  Türkiye il ve ilçeler
  İl İl Namaz Vakitleri
  il il imsakiye - İftar Vakitleri
  Güzel Sözler
  Dursun Ali Erzincanlı
  Şifali Bitkiler
  ilmihal
  Unutulan Sünnetler
  İslami Resimler
  Salavat
  Bilim
  Ramazana Özel
  Kuran-ı Kerim Türkçe Meali
 
  Bediüzzaman Said Nursi Hayati
  Sözler
  Mektubat
  Lemalar
  Şualar
  Hür Adam Bediuzzaman Said Nursi - Fragman
 
  Atatürk
  Ödevler
 
  Teknoloji
 
  Google
  Faydalı Siteler
 
  Facebook
  Reklam

 



"O, yaratan, var eden, şekil veren Allah'tır. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanlar O'nun şanını yüceltmektedirler. O, galiptir, hikmet sahibidir.(Haşr-24)"

 
ALLAH
(Uluhiyete mahsus sıfatların hepsini kendinde toplayan İsm-i Azam)

RAHMÂN
(Bütün yaratılmışlar hakkında hayır ve merhameti tercih eden)

RAHÎM
(Çok merhamet eden, nimet veren)

MELİK
(Bütün kainatın tek sahibi ve mutlak hükümdarı)

KUDDÛS
(Hatadan, gafletten ve her eksiklikten münezzeh)

SELÂM
(Esenlik veren, kullarını selamete çıkaran)

MÜ'MİN
(Gönüllere iman ışığını veren, vaadine güvenilen)

MÜHEYMİN
(Kainatın bütün işlerini gözetip yöneten)

AZÎZ
(Yenilmeyen yegane galip)

CEBBÂR
(İradesini her durumda yürüten, dilediğini zorla yaptırmaya muktedir olan)

MÜTEKEBBİR
(Her şeyde büyüklüğünü gösteren)

HÂLIK
(Büyün mevcudatı takdirine uygun şekilde yaratan)

BÂRİ'
(Bir model olmaksızın canlıları yaratan)

MUSAVVİR
(Her şeye şekil ve özellik veren)

GAFFÂR
(Daima affeden, tekrarlanan günahları bağışlayan)

KAHHÂR
(Her şeye her istediğini yapacak şekilde galip ve hakim)

VEHHÂB
(Karşılık beklemeden bol bol veren)

REZZÂK
(Bedenlerin ve ruhların gıdasını yaratıp veren)

FETTÂH
(Zorlukları kolaylaştıran ve iyilik kapılarını açan)

ALÎM
(Herşeyi çok iyi bilen)

KÂBID
(Rızkı tutan, canlıların ruhunu alan)

BÂSIT
(Rızkı genişleten, ruhları bedenlerine yayan)

HÂFID
(Alçaltan, zillete düşüren)

RÂFİ'
(Yukarı kaldıran, yükselten)

MUİZ
(Yücelten, izzet ve şeref veren)

MÜZİL
(Alçaltan, zillet veren)

SEMİ'
(Her şeyi işiten)

BASÎR
(Her şeyi gören)

HAKEM
(Son hükmü veren)

ADL
(Mutlak adalet sahibi, çok adaletli)

LATÎF
(Yaratılmışların ihtiyacını en ince noktasına kadar bilip, sezilmez yollarla karşılayan)

HABÎR
(Her şeyin iç yüzünden haberdar olan)

HALÎM
(Acele ile ve kızgınlıkla muamele etmeyen)

AZÎM
(Zatının ve sıfatlarının mahiyeti anlaşılamayacak kadar ulu)

GAFÛR
(Bütün günahları bağışlayan)

ŞEKÛR
(Az iyiliğe çok mükafat veren)

ALÎ
(İzzet, şeref ve hükümranlik bakımından en yüce, aşkın)

KEBÎR
(Zatının ve sıfatlarının mahiyeti anlaşılamayacak kadar ulu)

HAFÎZ
(Koruyup gözeten ve dengede tutan)

MUKÎT
(Bedenlerin ve ruhların gıdasını yaratip veren, bilip gücü yeten ve koruyan)

HASÎB
(Kullarının her yaptığını bilen, onları hesaba çeken)

CELÎL
(Azamet sahibi)

KERÎM
(Lütuf ve keremi çok bol ve çok geniş)

RAKÎB
(Büyün varlığı gözetleyip, kontrol eden)

MÜCÎB
(Dualara karşılık veren)

VÂSİ'
(İlmi ve merhameti herşeyi kuşatan)

HAKÎM
(Bütün emirleri ve işleri hikmetli olan)

VEDÛD
(Kullarını çok seven, sevilmeye gerçekten layık olan)

MECÎD

Türkiye'nin En Büyük
İslam Ansiklopedisi
Olma Yolunda Hızla Gelişen Bir Sitedir.
İslam Ansiklopedisi 2008 - 2021 ©

NİÇİN HİCRET EDİYORLARDI?

Bu adamlar niçin hiçret ediyorlardı? Mal, „mülk, ev, bark ne varsa, hepsini geride bırakarak ana baba yurdundan çıkıp gurbet ellerine niye gidiyorlardı? Bu soruların cevâbını kavrayabilmek, insanlığın ma'nâsını anlamak demektir. Bu insanlar hürriyet arıyorlardı: akîde, vicdan hürriyrti. Mekke'de yaşama haklarına sâhip değildiler. Mekkeliler onları tazyik altında boğmak istiyorlar, en mukaddes varlıklarına, îman ve akîdelerine saldırıyorlardı. Onlara hayat hakkı, vicdan hürriyeti tanımıyorlardi. Îmân ve akîde ise her şeyden azizdir. Din uğrunda her şey den, mal, mülk ne varsa hepsinden vazgeçtiler. Gözleri arkalarında kalmıyordu. Hür ufuklara doğru açılıp giderken, rehberleri îmân nûru olduğundan, yüzlerinde parlak bir ümîdin tatlı ışıkları beliriyor ve güle güle gidiyorlardı. Baskı altında yaşamak canlarına tak demişti. Tedhiş ve zulüm altında yaşamak insanı ezer, canından bezdirir, derin bir kasvet içinde çürür gider. İnsan böyle bir yerde düşünme kabiliyetini bile kaybeder. Düşünmekten bile korkar ve çekinir olur. Vâkıa fikirler cebir ve şiddetle öldürülemez, fakat sindirilir. Müşrikler işte müslümanlar hakkında bunu yapıyorlardı. "Günümüzde olduğu gibi" Böyle bir yerde yaşamaktansa göçmek daha evlâdır. Habeş'e hicreti de böyle, bu zarûretle olmuştu. Zulümden kurtularak hür yaşamak için şimdi de daha müsâit buldukları Medîne'ye can atıyorlardı. Esasen Medîne onlara âğuşunu açmış bekliyordu. Onları tatlı tebessümlerle karşılayacaktı. Vâkıa Mekke onların ana baba ocağı idi. Orada doğmuşlar, orada büyümüşlerdi. Vücutları oranın toprağından yoğrulmuştu. Yine orada ölüp vatanın toprağına karışmak hoş bir şeydi. Fakat "Rabbimiz bir tek Allah'tır" dedikleri için müşrikler onlara her türlü ezâ ve cefâyı revâ görüyorlardı. "Günümüz müşrikleri onlardan farklı davranmiyor, bu gün ayni kelimeyi söyleyen mü'minlere" Medîne'ye hicretin sâikı bunlardır.

Mekke'de, böyle hicret vâsıtasından mahrum olanlarla, bizzat Peygamber Efendimizin kendileri ve bir de Ebû Bekir Hazretleri kalmıştı. O da Hazret-i Peygamber'e mürâcaat ederek hicret arzusunu izhâr etmişti. Peygambr'imiz ona:

-Acele etme, bakalım, belki, Allah sana bir arkadaş verir, dedi.

Kureyş, Hazret-i Muhammed'in (S.A.V.) ne fikirde olduğunu bilmiyordu. Müslümanlar Habeş'e hicret ederken O hicret etmemişti. Acaba yine öyle mi yapacaktı? Ashâbı hicret ederek kendisi Mekke'de mi kalacaktı? Yoksa O da Medîne’ye müslümanların arasına gidip dîni neşir için orasını kendine merkez mi ittihaz edecekti? Bu hususta kimse bir şey bilmiyordu. Hazret-i Peygamber'in en yakın ve samîmi ahbâbı, yâr-ı cânı olan Ebû Bekir'e bile bu hususta sarih bir şey söylememişti. Ufak îmâlarla iktifâ ediyordu.

DÂRÜ'N-NEDVE'NIN KORKUNÇ KARÂRI

Fakat ne de olsa müşrikler, müslümanların Medîne'de çoğalmasından son derece telâş içinde idiler. Medîne onların ticâret yolunun üzerinde idi. Sûriye'ye yaptıkları ticâret kervanları oradan geçiyordu. Medîne, kuvvetli bir Islâm merkezi hâline geliyordu. Bunun sonu müşriklerin aleyhine çıkacağı şüphesizdi. Eskiden müslümanları Şi'b-i Ebî -Tâlib'de abluka edebiliyorlardı, fakat şimdi onları ellerinden kaçırmışlardı. Lâkin Islâm hareketinin başında bulunan Peygamber henüz Mekke'de idi. Bir de Onu ellerinden kaçırırlarsa, bittikleri gündü. Fakat ne yapmalı idi? Hazret-i Muhammed (S.A.V.)'i Mekke'de muhâfaza altında bulundurmak, Onun Medîne'ye gidip müslümanların başına geçmesine mânî olmak, Onun hicretine müsâade etmemek, işte bu olabilirdi. Fakat Medîne'dekiler Peygamberlerini kurtarmak için Mekke'ye hücûm edebilirlerdi. Mekke'liler, Medîne'lilerin misliyle mukaabelesinden korkarak kat'î karar veremediler. Nihâyet en kötü ve korkunç bir şey düşündüler: İşi kökünden halletmek, İslâm cereyânının kaynağını kurutmak. "Bu günkü müşriklerin emelleri Mekke müşriklerinkinden farklı değildir." Bu da Hazret-i Muhammed (S.A.V.)'i ortadan kaldırmakla olacaktı. İşte bu hâîn maksadla Dârü'n-Nedve'de mühim bir toplantı akdettiler ve bu mes'eleyi ortaya atıp tartışma yatılar

İçlerinden bir kısmı; Onu zincire bağlayıp zindana atalım, dedi. Arapların böyle şeyler yaptıkları vâki' idi. Meslâ: Züheyr ve Nâbiga gibi şâirlerin başına böyle haller gelmişti. Yeni fikirleri öldürmek için Araplar bu vâsıtaya baş vuruyordu. Fakat bu def'a bu fikir kabûl edilmedi. Bâzıları: Onu aramızdan çıkarıp sürgün edelim, Arabiistanın ıssız bir çölüne atarak göz hapsine alalım, dediler. Lâkin bu da uygun görülmedi. çünkü sürgünden kurtulup Medîne'ye giderek Müslümanların başına geçmesi mümkündü. Onun için buna da yanaşmadılar. Nihâyet Ebû Cehil ortaya bir teklif attaı: Onun vücudunu ortadan kaldırmak. Fakat kim öldürecekti? Çünkü Arapların kan gütme da'vâsı vardı. Abd-i Menâf Oğulları, Hazret-i Muhammed (S.A.V.)'in kan da'vâsını asla bırakamazlardı. Bu ise düşman karşısında birlik olmaları lâzım gelen Arapları birbirine düşürür, düşman yapardı. Nihâyet onun da kolayını buldular: Her kabîleden birer genç alacaklardı. Bunlar birden kılıç çalıp vuracaktı. Kimin darbesinden maktul düşdüğü belli olmıyacaktı. Abd-i Menâf Oğulları böylelikle kan da'vâsına kalkışamayacak, çâresiz diyete râzı olacaktı. Onlar da diyeti ödeyecekler; böylece mes'ele kapanacaktı!

Onlar böyle düşündüler ve böyle kararlaştırdılar. Adamlarını hazırlayıp Muhammed'in evini abluka altına almak üzere faaliyete geçtiler. Onlar bu işe artık olmuş bitmiş nazariyle bakıyorlardı. Tevhid dîninin nûru sönecek sanıyorlardı. " Bu günkü müşriklerin sandığı gibi." Halbuki, Allah'ın takdiri bambaşka zuhûr edecekti. Hâdisat behemehal takdîr-i ilâhî üzere vuku' bulacaktı, fakat gafiller bunu hesâba katmıyordu.

HAZRET-İ PEYGAMBER'İN HİCRETİ

Kureyş, Hazret-i Muhammed (S.A.V.)'in vücûdunu ortadan kaldırmak için o korkunç karârı almıştı. Hazret-i Peygamber her şeyden haberdardı. Vahy-i Ilâhî nâzil olarak keyfiyet bildirildi ve hicret etmesine izin verildi. Hicretten iki gün evvel bir öğle vakti hazret-i Ebû Bekir'in evine gelerek :
- Seninle bugün mühim bir iş konuşacağım, yanımızda kimse bulunmasın, dedi. Ebû Bekir de:
-Burada kızlarımdan başka kimse yok, dedi.
-Hicret için emr-i ilâhî aldım.
-Senin refâkatınla şereflenecek miyim, yâ Resûlâ'llah?
-Evet.
Hazret-i Ebû Bekir'in bir kaç aydanberi bu gün için beslediği iki devesi vardı. Hemen birini Resûl-i Ekrem'e teklif etti. Fakat büyük Peygamber'imiz en yakın dostunun, en samîmî ahbâbının bile bâr-ı minneti altında kalmak istemiyerek:
-Kabûl ediyorum, fakat bedelini te'diye etmek şartıyla, dedi ve Hazret-i Ebû Bekir de devenin bedelini kabûle mecbur kaldı.
Hicret için Allah'ın emrini telâkki ettikten sonra bunu böylece Ebû Bekir'e müjdeledi ve iki arkadaş hicret hazırlığını tamamladılar. Hazret-i Âişe'nin ablası Esmâ, yolculuk için lâzım olan tedâriki gördü, yol azığını hazırladı.
Burada hak ve akîde uğrunda târihin en büyük bir mâcerâsı başlamak üzere idi. Mukadderat nasıl tecellî edecekti? Onu Allah'tan başka kimse bilmiyordu.
Kureyş'in, karârını tatbik için seçtiği kaatil namzetleri, geceleri Peygamber'in hâne-i saâdetini muhâsara edip çevirirlerdi. Araplarca bir adamı kendi evinin içinde öldürmek cebânetin, korkaklığın en âdisi sayıldığından Peygamber evinden çıksın diye bekliyorlar, evinden çıkınca hep birden vurmak istiyorlardı. Hicret akşamı da sular kararırken evini çepçevre çevirdiler. Hazret-i Peygamber burada çok üstün bir buluşla onları oyaladı. Müşrikleri şaşırtmak için çok güzel bir usul tatbik etti. Hazret-i Ali Efendimiz Onun yatağında yatacak, Onun yeşil örtüsünü örtünecek, düşmanlar Onu karşıdan öyle görünce uyuyor sanacak. onlar, uyansın da dışarı çıksın diye beklerken, O bu arada yerine yerleşecek. İşte hicretin ilk ânı böyle çok parlak muvaffakiyetli bir plânla başlar.
Hazret-i Peygamber, Hazret-i Ali'yi çağırarak ona hicret etme kararını bildirdi ve düşmanları oyalamak için hazırladığı plânı anlatarak ona kendi yatağına yatmasını teklif etti. Allah arslanı bu tehlikeli işi hiç tereddüt etmeden seve seve, canla başla üzerine aldı. Korku nedir, telâş nedir bilmeyen o büyük insanlar, her şeyi soğuk kanlılıkla hallediyorlar, tedbirini aldıktan sonra her şeyi Allah'a ısmarlıyorlardı.
Her zaman olduğu gibi hicrette de Hazret-i Peygamber'in büyüklüğü tezâhür etmektedir, bunun bir misâli de şudur:
Hazret-i Peygamber'in Ebû Cehil, Ebû Leheb gibi can düşmanları bile Onun eminliğinde asla şüphe etmezlerdi. Kavminin en emin zâtı O idi. Gayet mûtemet olduğundan müslim ve müşrik birçok kimselerin en kıymetli eşyâsı, mücevherâtı Onda emânet olarak mahfuz tutulurdu. Hakkında ölüm karârı varken, canı tehlikede iken bile O, kendi başının kaygusuna düşerek bunları unutmadı, telâş eseri göstermedi. Vazîfelerini büyük bir adama yakışır bir liyâkatla yaptı. Yedindeki emânetleri Hazret-i Ali'ye teslim ederek onları sâhiplerine iâde edip vermesini tenbih etti. Böylelikle en nâzik anlarda bile vazîfesini ihmâl etmedi. Hayâtının her safhasında işte böyle iyilik nümûnesi olarak insanlara ders verdi.
Düşmanları evi sarmış bekliyordu. Hazret-i Peygamber, yatağına Hazret-i Ali'yi yatırdıktan sonra evden çıktı gitti. Onun çıkmasını bekliyen sû-i kasdcılar, kör gibi baktılar, fakat Onu çıkarken göremediler. Onlar yatakta birinin yattığını gördükçe Muhammed'i bekliyoruz sanıyorlardı. Halbuki, O çoktan aralarından çıkmış gitmişti. Gaafil düşmanlarının arasından çıktıktan sonra, kendisine kimsenin bir zarar getiremeyeceğinden emîn olduğundan, hiç telâş etmeksizin Hazret-i Ebû Bekir'in evine gitti. Ebû Bekir, hicret için hazırlanmıştı. Kimseye sezdirmemek için Hazret-i Ebû Bekir'in evinin arka penceresinden çıktılar. Allah'a tevekkül ederek hicret yoluna koyuldular. Îmân uğrunda en büyük mücâdeleye atıldılar. Hazret-i Peygamber, Mekke'den ayrılırken şu târihî sözleri söyledi: 


-Ey Mekke, bütün dünyâda en çok sevdiğim yer, senin topraklarındır, fakat senin kulların, beni senin duvarların arasında huzûr içinde bırakmıyorlar!...
Mekke'nin cenûbunda birbuçuk saat mesâfede Sevr dağı vardır. Bu iki şerefli yolcu o istikamette gittiler. Düşmanları şaşırtmak için bu en emin bir yoldu. Müşrikler, Hazret-i Peygamber'in Nedîne'ye Müslümanların yanina hicret edeceğini beklediklerinden, böyle ters istikamette, Yemen cihetine gideceğini hiç akıllarına bile getirmezlerdi. İşte Hazret-i Peygamber bu istikamette giderek şaşkın düşmanlarını hepten şaşırttı. Bir kişinin, te'yîd-i Rabbanîye mazhâr olunca, koca bir şirk alayı ile nasıl oynadığını görüyoruz. Onların beyinsiz kafalarıyla istihzâ edercesine onları şaşırtıyordu. Hicretin başlangıcında cereyân eden hâdisât, müşriklerin kara yüzlerini toprağa çalmıştır. Allah onları her işlerinde öyle rezîl ü rüsvây etmiştir ki, azıcık akılları olsa, târih muvâcehesine çıkacak yüzleri olmadığını anlarlar, bu onların yüz karasıdır.
Resûlüllah (S.A.V.) ve arkadaşı Ebû Bekir, saklanmak için doğruca Sevr mağarasına gittiler. Tercih edilen görüşe göre bu olay, bi'setten on üç yıl sonra Rebü'l-Evvel ayının ikinci günü (20 Eylül 622) olmuştu. Peygamberimizden önce Ebû Bekir mağaraya girerek mağaranın içinde yırtıcı hayvan veya yılanın olup olmadığını kontrol etmek ve Resûlüüllah'ı korumak maksadıyla el yordamıyla etrafı yokladı. Bu mağarada üç gün kaldılar. Ebû Bekir'in oğlu Abdullah Mekke'de olup bitenleri haber vermek için karanlık basınca yanlarına geliyor, geceyi orada geçiriyor, sonra tan yeri ağarmadan yanlarından ayrılıp, geceyi Mekke'de Kureyş'le birlikte geçirmiş gibi hemen şehre dönüyordu. Âmir bin Füreyre de sürüden bir miktar koyun alıp, onların yanına götürüyor. Abdullah oradan ayrılınca, Abdullah'ın ayak izleri belli olmasın diye onun peşinden koyunları geri getiriyordu.
Müşrikler, ellerindeki adamı kaçırmayalım diye her tarafı alt üst edercesine arıyorlardı. Aramadık yer, sormadık kişi bırakmadılar. Kim Muhammed'i bulursa ona yüz deve bahşiş va'dettiler. Fakat nereye baş vursalar boş dönüyorlardı. Kureyş'in eli sopalı, beli hançerli delikanlıları Muhammed (S.A.V.)'in izine düşmüşler, Onu arıyorlardı. Bu arayıcı gürûhu bir aralık onların gizlendikleri mağaranın civârına geldiler. Orada rastladıkları bir çobana sordular. Çoban:
-Mağarada olabilirler, fakat ben, oraya kimsenin girdiğini görmedim, dedi. Dışardaki bu konuşmalar, içerden işidiliyordu. Bâzıları mağaranın ağzına kadar vardılar, o derece sokulmuşlardı ki, içerden onların ayak sesleri duyuluyordu. Hz. Ebû Bekir, kendisi için değil, pek sevdiği Hazret-i Peygamber için endişe ediyordu. O kadar yaklaşmışlardı ki, ayaklarının dibine baksalar kendilerini göreceklerinden endişe içinde kalan Hz. Ebû Bekir:
-Bizi görecekler, yâ Resûla'llah, dedi.
-Hazret-i Peygamber îmân ve itmi'nan telkîn eden bir sesle: "Yâ Ebâ Bekir! iki kişinin üçüncüsü Allah olursa âkıbetin ne olacağını, yâni yakalanacağımızı mı sanıyorsun?" buyurdu. (Bu hadîsi, Buhari ile Müslim rivâyet etmiştır.)
Kur'ân-ı Kerîm mağarada ki bu heyecanlı anlardan bahsederek Allah'ın onlara mağarada inâyet-i Rabbâniyesinden nasıl sükûnet verdiğini, yardım ettiğini anlatır. Şüphesiz ki, mağarada onları koruyan İlâhî mukadderattır. Yoksa her tarafı arayan müşriklerin, mağaraya kadar gelmişken içeri girmemeleri ne ile îzâh edilebilir?
ÜÇ MU’CİZE
Müşrikler, Hazret-i Peygamber’i ararken mağaranın ağzına kadar geldikleri vakit içlerinden biri içeri girip aramak istedi. O zaman Ümeyye b. Halef içeri girmek isteyene:
-Orada ne işin var? Aklını mı yitirdin? Baksana, orada Muhammed doğmadan önce örümcekler ağ germiş, kuşlar yuva tutmuş, diye haykırmıştı.
Mağaranın ağzına örümcekler ağ germiş, orada bir ağaç bitmiş, dallarına bir çift güvercin yuva yapmış. Siyer kitaplarının rivâyet ettiği Ğâr mu’cizesi bunlardır. Müşriklerden Dermenghem, bu Mu’cizeden bahsederken “Bu üç acîb şeyin benzerlerini hemen her gün yer yüzünde görmekteyiz.” diyor. Fakat bir bakışa tabiî ve sâde görünen bu şeyler şüphesiz ki,birer mu’cizedir. Mu’cize denunce behemehal göklerden ateş yağması, yerlerin yarılması gibi fevkelâde dehşet verici bir şey olması gerekmez. Asıl îtibar neticeyedir. Nasıl ki kahramanlık telâkkisi de öyledir. En basit ve sâde görünen bir şeyle de en büyük kahramanlık kazanılabilir. Harplerde bunun mısâli çoktur. Küçük şeyler büyük netîceler doğurabilir. Tabiî görünen bu acayip haller netîce îtibariyle büyük birer mu’cizedir, tarihin vechesini değiştiren birer mu’cize ve bunların tabiî görünmesi, asıl mu’cize bundadır. Çünkü, gayeye uygun olması, tabiî görünmesini îcâb eder.Başka türlü olsa müşrikler işin farkına varabilirlerdi. İlk bakışta sâde görünen Ğâr Mu’cizesi, târihin en büyük hâdiselerinden biridir. Zâten Hicret, baştan başa mû’cizelerle doludur. Siyer kitaplarının küçük bir işâretle iktifa ettikleri bu hâsise incelendikce insanın gözünde büyümektedir. Müşrikler, Hazret-i Peygamber’in evini çepeçevre çevirmişler, elleri sopalı, belleri hançerli bir sürü delikanlı Onu beklerken O, aralarından çıkıp gidiyor da görmüyörlar. Bâzi Siyer kitaplarının dediği gibi, Hazret-i Muhammed (s.a.v.) onların üzerine bir avuç toprak serpmiş ve gözleri görmemiştir. Evet, onların yüzüne serpilen jakaret tozudur. Onlar zâten görmüyorlerdı. Her tarafı aktarıyorlar, fakat burunlarının dibindeki adamı bulamıyorlardı. Çünkü kördüler. Kur’ân-ı Kerîm’in haber verdiği gibi: “Kalbleri; var, anlamaz; gözleri var, görmez; kulakları var, işitmez.“ İşte müşriklerin hâli budur. Müşriklerin zavallılığıa bakın ki,Ebû Cehil’leriyle Ebû Lehep’leriyle, koca bir şirk alayı ayaklanmış, gözlerinin önünde uyuyan adamı ellerinden kaçırdıktan sonra her tarafı aktarıyorlar, burunlarının dibindeki mağarğda üç gün, üç gece kalıyor, yine bulamıyorlar. Allah saklasığını saklar.Bunlar hep birer mu’cize değil de nedir? Müşriklerin kendilerini ta’kîp edeceklerini çok iyi bildikleri halde, Mekke’nin dibindeki mağarada tam üç gün kalmak, bu ne demektir! Müşrikler iğne deliğini bile ararken, mağaranın ağzına varmışken içeri girmiyorlar. Demek onları çeviren görünmeyen bir el var. Bu şeylerin başka türlü ne ile îzâhı kaabildir? Mukadderât-ı İlâhiyye her şeye hâkidir.Müşrikleri hâib ve hâsir bırakan o ezelî kudrettir. Hicretin Mekke’de cereyân eden bu bir kaç günlük safhaları, Hazret-i Muhammed (s.a.v.)’in azametini göstermeğe kâfîdir. İlâhî vahiy Ona her hususta delil olmuştur.
Büyük Şâir Bâkî, Mevâhib-i Ledünniye tercümesinde Ğâr mu’cizesini şöyle anlatır:
„Mağaranın içine girdikleri vakit Hak Teâlâ’nın emriyle mağara kapısının önüne bir çift güvercin gelip yumurta bıraktılar. Örümcek dahi kapının ağzına ağın kurdu. Kureyş’in bedbahtları silâh ve ışıklarla dağın her tarafını dolaşıp mağara kapusuna geldiler. Yumurtalarıyla güvercinleri ve örümceği gördüler. Buraya âdem girmişe benzemez, dediler. Birisi eyitti: Hele bir kere içeri girip bakalım, belki bunda olalar. Ümeyye b. Halef dedikleri mel’un eyitti: Görmez misiniz? Bunda Muhammed doğmazdan evvel örümcekler yuva yapmış ve güvercinler yumurtlamış. Mağara kapusunda bu hâletler varken içeri girip yoklamağı hamâkat addedüp hiçbir kimse girmeye ikdam edemedi, dönüp gittiler.“ (Mevâhib-i Ledünniye c. 1.:58)
Kureyş’in –öldürmek için- Hazret-i Muhammed (s.a.v.)’i ta’kîbinden ve Ğâr hâdisesinden Kur’ân-ı Kerîm şöyle bahseder:
„Hani bir vakitler o kâfirler sana karşı türlü hîleler kuruyordu. Seni tutup bağlamak, seni öldürmek, yâhud yurdundan çıkarmak için sû-i kast hazırlıyorlardı. Allah da onların mekir ve hîlelerini kendi başlarına çaldı. Onların plânlarını altüst etti. Zîrâ Cenâb-ı Hak, tuzakçıların şerlerini izâle edip onlara hadlerini bildirir.“ (Enfâl Sûresi, âyet: 3.)
„Siz ona yardım etmezseniz, Allah o peygamberine yardım eder. Bakınız ona nasıl yardım etti, kâfirler onu yurdundan çıkardıkları zaman ikisi o mağarada bulundukları sırada, o lâhzada arkadaşına: üzülme, mahzûn olma, Allah bizimle berâberdir, diyordu. Allah da derhal ona itmi’nan verdi. Onu görmediğiniz orduyla te’yid etti. Kâfirlerin sözünü alçalttı, yere çaldı. Allah’ın kelimesi ise yücedir. ( Tevbe Sûresi, âyet:40)
Hicret hâdisesinde her bakımdan, Hazret-i Muhammed(s.a.v.)’in büyüklüğünü görmektey,z. O, denizde kazâya uğrayan bir geminin kaptanı gibi, evvelâ bütün müslümanları Mekke’nin tazyikli muhîtinden kurtarıp Medîne’ye nakletti. Kendisi en sonraya kaldı. Müslümanları geriye bırakıp herkesten önce pek a’lâ Medîne’ye gidebilirdi. Bu Onun için pek kolaydı. Fakat bunu yapmadı. Medîneliler Onu hasrtele bekliyordu. Büyük Peygamber hak ve hakîkat uğrunda her fedakârlığı göze aldı. Tehlikelere göğüs gerdi... Hayâtı bahâsına müşriklerin arasında kaldı. Mekke’de kalmak, tehlikenin içinde durmak demekti. Fakat O, bunu da göze aldı. Biliyordu ki, Cenâb-ı Hak Onu düşmanlarının elinden kurtarıp Medîne’ye iletecektir.
Mağarada üç gün, üç gece kaldıktan sonra, ta’kîbatın biraz gevşemiş olduğuna kanaat getirdiler. Çünkü, düşmanları, bu üç gün zarfında Mekke civârında kalabileceklerine ihtimal vermiyorlar, her halde buralardan uzaklaştılar zannını besliyorlardı. Hz. Ebû Bekir’in oğlu Abdullah’ın getirdiği haberlerden bu anlaşılıyordu. Buraya kadar gayet ustaca, şaşırtmaçlı şekilde devâm eden hareket tarzı, bundan böyle de Allah’ın inâyeti ile aynı muvaffakiyetle devâm edecektir. Develer getirildi. Hazret-i Peygamber ile Hazret-i Ebû Bekir, bu iki hicret arkadaşı, Yâr-ı Ğâr develerine bindiler. Hz. Ebû Bekir’in kızı Esmâ onlara yol azığı tedârik etmişti. Getirdiği yemeği ve suyu develere asmak için bir şey bulamadı. Derhal belinden kemerini çıkardı, onu yırttı. Bir parçası ile yiyecek çıkınını ve su kabını deveye astı, diğerini de beline doladı. Bundan dolayı Esmâ’ya Zâtü’n-Nitâkayn „=çift kemerli“ denir. Zîrâ Hazret-i Peygamber, kendisine Âhirette, Cennette bunun mükâfatını göreceğini müjdelemiştir.
Abdullah b. Üreykıt’ın kılavuzluğu ile yolculuğa başladılar. Abdullah, müşriklerden olduğu halde, ücret mukaabili hizmet yaparak yol gösteriyordu. Çölü iyi tanırdı. Yolda da şaşırtmaçlı bir istikaamet ta’kîb ettiler. Medîne’ye doğru herkesin gittiği yoldan başka bir yol tuttular. Evvlâ cenup istikaametinde Kızıl Denize yakın, Tehâme’ye doğru gittiler. Sonra şimâle döndüler. Kızıl Deniz sâhilinden uzak, çöl içinden sâhile muvâzi olarak gidiyorlardı. Bütün geceyi ve gündüzün büyük bir kısmını develerin üzerinde geçirdiler ve çöllere dalarak yol aldılar. Kızgın güneşin altında yorgunluğa ehemmiyet vermeden gidiyorlardı. Bir an evvel Medîne’ye ulaşıp arkadaşlarına kavuşmak için can atıyorlardı. Yirmi dört saata yakın bir yolculuktan sonra, sıcaktan bunalıp bîtab kalmışlardı. Develerinden inip biraz istirahat ettiler. Biraz süt içtiler. Fakat yürünecek yol, daha uzundu. Yollarına devâm etmek gerekiyordu. Artık güneş ufka doğru iniyordu...



Harita da görülen yeşil cizgi normal Medîne yoludur. Kırmızı cizgi ile gösterilen yol ise Peygamber Efendimiz’in Hicret için ta’kîb ettiği yoldur.

SÜRÂKA’NIN ATI SÜRÇÜNCE

Mekke’liler, Hazret-i Peygamber’i kim bulup ölü diri yakalarsa, ona yüz deve va’detmişler. Bu büyük bahşişi almak için, kendine güvenen nice kimseler Onu ta’kîbe koyulmuştu. Pehlivan yapılı bir adam olan Sürâka b. Cu’şum nâmındaki yiğit, bu mükâfâta tama’ ederek Peygamber’in izini ta’kîb etmiş, onların peşine düşmüştü. İstirahat için kondukları bir sırada arkadan yetişti. Sürâka’nın atı yorulmuştu. Onlara yetişmek üzerine atını şiddetle mahmuzlayınca ayağı sürçtü. Sürâka yere yuvarlandı. Okunu alarak arap âdetince falına baktı, fal fenâ idi. Fakat bu anda yüz develik mükâfât gözünün önüne gelince, var kuvvetiyle atını mahmuzlayarak ileri atılmak istedi ise de atının ayakları kuma gömüldü. At kendini alamadı, bocalamağa başladı, bocaladıkca batıyordu, Sürâka, görünmez bir kuvvetin kendisini çektiğini hisseder gibi oldu. Saatlerce arkalarından koşmuştu. Tam yetişeceği sırada atı sürçmüş, yere yuvarlanmıştı. Tekrar toparlanıp ileri atılınca bu def’a da atının ayakları kuma batmıştı. Her halde bu işte bir fevkalâdelik olduğuna inanmıştı. Bütün bunları gözüyle gördükten sonra başka türlü düşünmeğe ihtimal kalmamıştı. Bu hal karşısında Sürâka’nın aklı başına gelmiş, yaptıklarına pişmân olmuş, Peygamber’imize doğru gelerekÇ Benden size asla zarar gelmez deyip kendisini affetmesi için yalvarmaya başlamıştı. Hazret-i Peygamber (s.a.v.)’in hayâtında her adım böyle muvaffakıyetle netîceleniyor, Onun düşmanları mağlûb olarak ona yalvarıyorlardı. Burada da Onu yakalamağa gelen kimse, tam yetiştiği sırada Onu yakalayacağı yerde, aman beni affet, diye kendisine yalvardığını görüyoruz. Bunlar hep tesâdüf eseri mi? Sürâka İslâmiyetin parlak istikbalini de burada anlamıştır. Hazret-i Peygamber’den kendisine bir emannâme, bir ferman verilmesini istedi. Bu ferman kendisine verildi. Sürâka sonra müslüman olmuş, iranın fethi sırasında orduda bulunmuştur.

Sürâka, emannâmeyi alınca hemen geri dönmüş, bu def’a başka bir vazîfe görmüştür. Arkadan gelen ta’kîbçileri geri çevirmiştir. Buralarını ben aradım, yok, demiştir. Ne garip tecellîdir ki, bir kaç dakika evvel dolu dizgin Hazret-i Muhammed(s.a.v.)’i yakalamağa koşan Sürâka şimdi bu işe engel oluyordu. Az evvel kendisi ta’kîpçi olduğu halde, şimdi ta’kîb edicileri geri çeviriyordu. Denildiğine göre Ebû Cehil, sonraları Sûraka’nın bu hareketiyle alay ederek onu ayıplamış, o da:

-Eğer atımın nasıl kuma batıp saplandığını görseydin, derhal Muhammed’in Peygamberliğini sen de tasdik ederek Ona inanırdın, diye cevap vermiş.

ÇÖLLERİN ORTASINDA

Sûrâka geri döndükten sonra dünyanın en büyük iki adamını Mekke’den Medîne’ye nakleden bu küçük kaafile, yine kızgın çöllerin enginliğine daldı. Gökten alev yağıyor, kızgın kumlardan kıvılcımlar fışkırıyordu. Her tarafı saran alev dalgaları çölü yakıp kavuruyordu. Hazret-i Peygamber (s.a.v.) Yâr-ı ğârıyla vâdîlere dalarak, dağlara tırmanarak gidiyordu. Sahra sefîneleri olan develerin sırtında yedi gün, yedi gece bu alev deryâsında yüzdüler.



Fakat, su yerine kızgın çöllerin alevini içtiler. Akşam olunca hava biraz serinliyordu. Gece serin rüzgâr esmeğe başlıyor, onlar da çöllerde ilerliyorlardı. Gökte parlayan yıdızlar, onların yoluna ışık serpiyordu.

İnsanlara nûr ve îmân getiren büyük Peygamber, mukadderâtın cizdiği yoldan Medîne’ye doğru gidiyordu. Gecenin karanlığı, gündüzün sıcağı demeden hak ve hakîkat zolcusu yürüyordu. Bütün bir târih Onun yolu boyunca serilmiş, bütün gözler Ona çvrilmiş, hakka ve nûra âşık insanlar Onu gözlüyordu. O da onlara doğru gidiyordu.

Mekke’den Medîne’ye giderken bu hicret yolunda şu Âyet-i Kerîme nâzil oldu:

“Sana Kur’an’ın tebliğini ve Onunla ameli farz eden Allah, muhakkak ki seni Mekke’ye iâde edecektir.” (Kasas Sûresi:85)

Peygamber’imizin Mekke’den çıkıp Medîne’ye hareket ettiğini haber alan Medîneliler Onun yolunu dört gözle bekliyorlardı.

Medîne halkı her sabah şehrin dışına çıkıp öğleye kadar yollara bakarlardı. Öğle sıcağı basıp etraf alevler içinde kalınca, bu sıcakta artık gelmez, diye beklemekten vazgeçerlerdi. Bir gün yine şehre dönerken, bir kalenin tepesinde duran bir yahudî kızı ilk müjdeyi verdi :

-Beklediğiniz, yolunu gözlediğiniz geliyor, dedi. Bu haber bir yıldırım sür’atiyle halk arsına yayıldı. Şehir baştan başa sevinç ile çalkandı, Herpes şehrin kenarına koşup gözlerini ufka çevirdi. Uzaktan beyaz elbiseler içinde iki yolcu göründü. Bu elbiseleri, Suriye’den ticaretten avdet eden Zübeyr, yolda rastladığı zaman onlara hediye etmişti.

Medîne’ye bir saat mesâfede Âlize’de Kubâ nâmı verilen bir yer vardır. Medîne’nin ileri gelenleri, Ensârın bir çok âileleri brada yaşarlar. Gülsüm b. Hedm’in riyâsetinde bulunduğu Amr b. Avf âilesi buranın ma’ruf sâkinlerindendi. Hazret-i Peygamber buraya geldiğinde bu âileler Onu tekbirlerle karşıladılar. Yaz ortasında, yazın sıcak günlerinde kızgın çöllerde bir hafta süren yolculuk onları yormuştu. Brada istirahat etmeği arzu buyurdular. Peygamberler kaafilesinin serdarı, iki cihan serveri brada Gülsüm b. Hedm’e misâfir kaldılar, bu büyük misâfiri konuklamak şerefi ona nasîb imiş. Zâten Ashâb-ı Kiram’dan bir çokları bu âile nezdinde misâfir olarak bulunuyordu. Ebû Ubeyde, Mıkdâd, Habbâb, Süheyl, Safvân, Iyâd, Abdullah b. Mhazeme, Vehb b. Sa’d ve sâire bunların arasında idi.

Hazret-i Peygamber’in Mekke’den hareketinden üç gün sonra Hazret-i Ali de yola çıkmıştı. Bu yiğit ve kaharaman insan, tek başına çölleri aşarak Kubâ’da Peygamber’imize yetişti. Ölümü göze alarak Peygamber Efendimizin yatağına bir gül bahçesine girercesine giren bu mert ve fedâkâr gencin yürümekten ayakları kabarmıştı. Peygamberimiz onu görünce yaşlarını tutamadı. Gözlerinden boşanan yaşlar içinde Hazret-i Ali’yi kucaklayıp öptü. Bu görüşme çok heyecanlı olmuştu. Nasıl ve hangi şartlar altında ayrılmışlar, nerede buluşmuşlardı! Allah’ın lûtfu ne büyüktür.

Peygamber’imiz, Kubâ’ya erişince onüç yıllık ıztırap arkada kalmış oldu. Buraya Rebîü’l-Evvel ayının başlarında, 622 milâdî yılının 20 Eylûlünde, bir Pazartesi günü ulaştı.

İbn-i Abbas (r.a.) şöyle demektedir: “Doğumu Pazartesi günüdür, ilk Peygamberlik Pazartesi geldi, hicret Pazartesidir, rûhu da Pazartesi kazolunmuştur.”

Hazret-i Peygamber (s.a.v.)’in, Kubâ’da ilk işi, oranın eşrâfından Gülsüm b. Hedm’in hurmalarını kuruttuğu yerde bir mescid binâ etmek olmuştur. Kur’ân-I Kerîm İslâmda ilk kurulan bu mescidden şöyle bahseder:

“İlk gününden takvâ temeli üzerine kurulan bu mescidde namaza durmak daha evlâdır. Orada temizliği ve nezâheti pek seven insanlar vardır. Allah da zâten temizlenenleri sever.” (Tevbe Sûresi âyet: 108 )

Bu mescid inşâ olunurken Hazret-ı Peygamber (s.a.v.) bir amele gibi çalışırdı. En ağır taşları kaldırmağa çalışırken vücûdu eğilirdi. Ashâb-ı kiram yanına gelerek derin bir samimiyetle:

-Sana canımız fedâ olsun, biz taşıyalım, yâ Resûlâ’llâh derler, O da onları kırmaz, elindeki taşı verir, fakat başka bir taş alır, onlarla berâber çalışırdı. Böyle içten gelen bir iştiyakla sevgi ve saygı ile bu ilk mescidi inşâ ettiler.

Şâir ve sahâbî olan Abdullah b. Revâha, bu mescidin inşâsına iştirâk etmiş zevattandır. O da bir amele gibi çalışır, şarkı ve nağmelerle yorgunluklarını gideren işçiler gibi şu ma’nâdaki mısrâları terennüm ediyordu:

“Mescidin inşâsına iştirâk edenlere ne mutlu.

Ayakta iken veya otururken Kur’ân okuyanlara ne saâdet.

Gecelerini uykuya dalıp geçirmeyenler ne büyük haz var.” Peygamber Efendimiz de bu nağmelerin âhengine iştirâk ederdi.

Burada on günden fazla bir müddet ikaamet buyurduktan sonra Peygamber Efendimiz bir cumâ günü Kubâ’dan hareket ederek Medîne’ye yollandılar. Rânûna vâdisinde Benî Salîm mahallesinden geçerken güneş zevâle gelmiş, öğle vakti olmuştu. Hazret-i Peygamber (s.a.v.), Cumâ namazının farz kılındığını Ashâbına tebliğ ederek burada ilk Cumâ namazını kılmış ve güzel bir Hutbe okumuştur. Artık, müşriklerin baskısından uzaktılar, artık namaz kılmak, Allah’a ibâdet etmek için tenhâ yeler aradıkları, Kur’ân okurken seslerini duyurmaktan çekindikleri günler arkada kalmıştı. Artık bir araya toplanmalarına, büyük cemaat olmalarına engel kalmamıştı. Yepyeni bir devir başlıyordu. İnfiratcılık bitmiş, cemiyet hayâtı başlamıştı. Burada söylenen Hutbe çok önemli tâ’lîmâtı ihtivâ etmektedir. Hutbenin hikmet-i şer’iyyesi pek büyüktür. Halka din ve dünya ta’lîmatını bildirerek onları uyandırmaktır. Hazret-i Peygamber (s.a.v.)’in ilk Cuma namazında îrad buyurdukları o iki hutbeyi teberrüken naklediyoruz:

İSLÂMDA İLK HUTBE

Hazret-i Peygamber (s.a.v.), Kubâ’dan Medîne’ye giderken Benî Sâlim yurdunda ilk Cuma namazını kıldığı zaman şu hutbeyi îrad buyurmuşlardır. İslâmda ilk Cuma hutbesi budur.

Peygamber Efendimiz evvelâ Allah’u Teâlâ’ya hamd ü senâdan sonra şöyle buyurmuşlardır:

“Ey mü’minler, ölmezden evvel Allah’a tevbe ediniz. Bir mânî’ sizi işgâl etmezken sâlih ameller işleyerek Allah’a yakınlaşınız. Biliniz ki, Allah şu günde, şu bulunduğum makamda Cumâ namazını üzerinize farz kılmıştır. Onu inkâr etmek ve hakkını istihfâf eylemek sûretiyle terk eyleyen kimsenin Allah iki yakasını bir araya getirmesin ve işlerini itmâm etmesin. Tabiî kendileri için âdil veya zâlim bir imam bulunupta Cumâ kılmak imkânı varsa, bilmiş olunuz ki, o kimsenin başka namazı yoktur. Tevbe edenler müstesnâdır. Çünkü her kim tevbe ederse, Cenâb-ı Hak onun tevbesini kabûl eder.

“Ey nâs, sağlığınızda Âhiretiniz için tedârik görünüz. Muhakkak bilmiş olunuz ki, Kıyâmet gününde birinin başına vurulacak ve çobansız bıraktığı koyunundan sorulacak. Sonra Cenâb-ı Hak ona diyecek ki: Sana benim peygamberiim gelip tebliğ etmedi mi? Dünyâda iken Âhiretin için hangi hayır ve hasenâtı, hangi fazîleti yaptın? O kimse dahi sağına, soluna bakacak, bir şey göremeyecek, önüne bakacak, Cehennemden başka bir şey görmiyecek. Öyle ise her kim ki, kendisini velev ki yarım hurma ile olsun, ateşten kurtarabilecek ise hemen o hayrı işlesin. Onu da bulamazsa, bâri kelime-i tayyibe ile, güzel sözle kendisini kurtarsın. Gerçek müslüman, dilinden ve elinden başkaları zarar görmiyen kimsedir.Zîrâ onunla, bir hayra on mislinden yediyüz misline kadar sevap verilir. Allah’ın selâm ve rahmet ve berekâtı üzerinize olsun”

Birinci hutbeyi böylece tamamladıktan sonra ikinci hutbeye şöyle devâm etti:

“Allah’u Teâlâ’ya hamd ü senâlar olsun. O’na lâyık bir sûrette hamd eder ve Ondan yardım isterim. Nefislerimizin şerrinden ve kötü amellerimizden Allah’a sığınırız. Allah’ın hidâyet ettiğini kimse dalâlete düşüremez. Allah’ın dalâlete düşürdüğüne de kimse hidâyet veremez. Allah’tan başka İlâh olmadığına ben şehâdet ederim. O, birdir, şerîki ve nazîri yoktur. Kelâmın en güzeli Allah’ın Kitabıdır. Kimin ki Allah kalbini Kur’ân ile tezyin ederse, kâfir iken İslâma girip Kur’an’ı diğer sözlere tercih eylerse, işte o kimse felâh bulur. Doğrusu Allah’ın Kitabı, sözlerin en güzeli ve en beliğidir. Allah’ın sevdiğini seviniz. Allah’ı cân ü gönülden seviniz, Allah’ın kelâmından ve zikrinden asla usanmayın. Allah kelâmından kalbinize asla kasvet gelmesin. Zîrâ Allah Kelâmı, her şeyin a’lâsını ayırıp seçer. Amellerin hayırlısını ve kulların güzîdesi olan Peygamber’lerin ve kıssaların iyisini zikreder. Helâl ve harâmı beyân eyler. Artık Allah’a ibâdet ediniz ve O’na hiçbir şeyi şerik koşmayınız. Ondan hakkıyle sakınınız. İyi işler işleyiniz. Sözünüz dahi Allah’a doğru olsun. Aranızda Allah Kelâmı ile sevişiniz. Muhakkak bilmelisiniz ki Allah, ahdini bozanlara, sözünden dönenlere gazab eder. Allah’ın selâmı sizin üzernize olsun.”

MEDÎNE’DE COŞKUN TEZÂHÜRATLA KARŞILANIŞ

Resûl-i Ekrem, Kubâ’da Cum’a namazını kıldıktan sonra yine devesine bindi ve Medîne’nin yolunu tuttu. Yolun iki tarafı istikbâl için çıkan halkla doluydu. Akrabâsı olan Neccar oğulları başta olmak üzere bütün Medîne halkı âdetâ bir bayram sevinci içinde yüzüyordu. Büyük Peygamber’lerinin yüzünü görmek için sağlı sollu yolun iki tarafını almışlardı. İçten gelen bir sevgiyle tezâhürat yapıyorlar, o büyük insanı şânına lâyık bir sûrette karşılıyorlardı. Kimse zorlamadan içten coşan bir sevgi ve saygıyla onu karşılamağa koşuyorlardı. Medîne o güne kadar böyle heyecanlı ve canlı bir gün yaşamamıştı. Peygamber Efendimiz geçerken sağdan soldan: Buyurun Yâ Resûlâ’llah, diye onu da’vet ediyorlar, Hoş geldin, safâ geldin, diyerek iltifatta bulunuyorlardı. Peygamber’imiz bu samîmî iltifatlara nâzikâne mukabele ediyor, herkesin sevgisini topluyordu.

Mini mini ma’sum yavrular, bayramlık elbiselerini giymişler, şenlik yapıyorlar, Resûlullah geldi diye seviniyorlardı. Neccar oğullarının kızları ellerindeki defleri çalarak bir ağızdan:

“Biz Neccarzâdelerin kızlarıyız. Muhammed’in komşuluğu ne hoş komşuluktur.” Diye terennüm ediyorlardı.

Kadınlar, Medîne evlerinin düz damlarına çıkmışlar, şarkılar söylüyorlardı. O gün şu neşîde Medîne ufuklarında çalkanıyordu:

“Tale’el-Bedru aleyna min Seniyyat’il-vedâğ. Vecebeşşükrü aleyna ma de’a lillâhi dâğ. Eyyuhal-Meb’usü fina ci’te bil-Emril mudağ.”

“Dolunay Vedâ dağının sırtlarından çıkıp bize doğdu. Allah’a yalvaran bulundukça bize de şükretmek borçtur. Ey bize gönderilen Peygamber, Sen itâat olunan emirle geldin.”

Herkes büyük Peygamber’i evine misâfir etmek şerefine nâil olmak istiyor, devesinin yularına sarılarak: “Buyurun Yâ Resûlâllah” diyordu. O ise gülümseyerek:

-Bırakınız onu kendi hâline, o, me’murdur” diyerek onların gönüllerini hoş ediyordu. Deve evvelâ, Benî Neccâr’dan iki yetîme âit bir arsaya çöktü ve hemen kalktı. Hazret-i Peygamber (s.a.v.) sonra o arsayı satın alarak oraya Mescid-i Nebevî’yi ve Hâne-i Saâdetini binâ etmiştir.

Deve ikinci def’a olarak çöktü ve boynunu uzatarak tatlı tatlı bağırdı. Peygamberimiz: İnşa-Allah konağımız burasıdır, diyerek devesinden indi. Burası Neccar oğullarından Hâlid b. Zeyd’in Yâni Ebû Eyyûb-i Ensârî Hazretlerinin evine en yakındı. Hazret-i Peygamber (s.a.v.) onun misâfiri oldu.

Ebû Eyyûb-i Ensârî’nin iki kat bir evi vardı. Hazret-i Peygamber’i üst kata misâfir etmek istediyse de, Peygamber Efendimiz kendisini ziyârete gelenler çok olacağını ileri sürerek kimse rahatsız olmasın diye, hâne sâhibinin devamlı ısrârına rağmen, zemin katta ikaameti ihtiyar buyurmuşlardır. Mescid-i Şerîf’in yanındaki odalar, Hucurât-ı Saâdet yapılıncaya kadar birkaç ay bu evde misâfir kalmışlardır. İstanbulda medfun bulunan Hazret-i Hâlid, Peygamber Efendimiz’in dayıları olan Neccar Oğullarındandır. İkinci Akabe bîatında o da bulunmuştu. Hazret-i Peygamber’e son derece i’zâ ve ikramda bulunmuştur. Bir def’a sâkin olduğu üst katta suyla dolu bir ibrik kırılmıştı. İçindeki su tavandan aşağıya akıp zemin kattakileri rahatsız etmesin diye hemen kıymetli örtüsünü suyun üstüne atarak aşağıya sızmasına mâni’ olmuştur.

HAZRET-İ PEYGAMBER’İN ÂİLESİNİ GETİRTMESİ
Hazret-i Peygamber (s.a.v.)’in kerimelerinden Rukiyye daha önce zevci Hazret-i Osman’la birlikte Medîne’ye hicret etmiş bulunuyordu. Hazret-i Peygamber bu def’a Medîne’ye vâsıl olunca kölesi Zeyd b. Hâris’le Ebû Râfi’i iki deve ve beşyüz dirhem miktârı bir meblâğla Mekke’ye gönderip âilesini aldırdı. Hazret-i Peygamber Efendimizin büyük kerîmesi Zeyneb’in kocası Ebü’l-Âs b. Rebi’ henüz müslüman olmadığından kocası onun hicret etmesine müsâade etmemişti. Bu sebeble Zeyneb Mekke’den bu def’a çıkamayıp geri kalmışsa da sonra o da Medîne’ye gelecektir. Zeyd, Hazret-i Peygamber (s.a.v.)’in zevcesi Hazret-i Sevde ile küçük kerîmesi Hazret-i Fâtıma’yı alarak Medîne’ye getirmiştir.

Zeyd b. Hâris ile birlikte Hazret-i Ebû Bekir’in oğlu Abdullah da Ebû Bekir âilesini Medîne’ye getirmiş, böylece Hazret-i Peygamber (s.a.v.)’in müstakbel zevcesi olacak olan Hazret-i Âişe de Ebû Bekir âilesiyle Medîne’ye gelmiştir.

YENİ İSLÂM MERKEZİ MEDÎNE’DE İLK GÜNLER
Hazret-i Peygamber Efendimizin hicretiyle İslâm İslâm merkezi Mekke’den Medîne’ye nakledilmiş oldu. Ve İslâm güneşi Mekke ufuklarından bütün parlaklığiyle Medîne’ye intikal etti. Ensâr ve Muhâcirîn bu yeni İslâm merkezinde el ele vererekİslâm’ın kuvvetlenmesi için her fedakârlığa katlanıyorlar, Peygamber (s.a.v.)’in etrâfında toplanarak yeni dînin kudsî esas ve ta’lîmâtına uyarak yeni bir Devlet, yeni bir nizam ve mes’ut bir hayat kuruyorlardı. Dînin ta’lîmâtını öğrenmek için bir merkez lâzımdı. Müslümanları bir araya toplayan en kudsî yer câmi’dir. Onun için Hazret-i Peygamber Efendimizin Medîne’ye hicretten sonra ilk işi Mescid-i Şerîf’i bina etmek olmuştur.

MESCİD-İ ŞERÎF’İN İNŞÂSI

Hazret-i Peygamber (s.a.v.) Medîne’ye girdiğinde devesinin ilk çöktüğü boş arsa, Neccar oğullarından Sehl ve Süheyl adında iki yetîme âitti. Hazret-i Peygamber (s.a.v.) o arsayı satın aldı, bedelini Hâlid b. Zeyd verdi. Bu arsanın üzerine Mescd-i Şerîf ve Hazret-i Peygamber (s.a.v.)’e âit odalar kurulmuştur.

Mescid-i Şerîf binâ olunurken Peygamber’imiz işçi gibi çalışırdı. Gerek Ensâr ve gerekse Muhâcirler canla başla iş görürler, taş taşırken, kerpiç keserken şiirler terennüm ederlerdi. Hazret-i Peygamber (s.a.v.) de:

“Yâ Rab, âhiretin hayrından başka hayır yoktur. Yâ Rabbi, Ensâr ve Muhâcirleri yarlığayıp bağışla.” Derdi.

Bu Mescid İslâm sâdeliğinin canlı bir misâliydi. Her nevi’ süsten, ihtişamdan âzâdeydi. Dört duvarı kerpiçtendi. Hurma ağacından yapılmış direkler üzerine hurma ağacından bir tavan çatılmıştı. O zaman kıble, Kudüs olduğundan kapısı cenup tarafından bırakılmıştı. Sonra kıblanin Kudüsten Kâ’be’ye çevrilmesi üzerine Mescidde de ta’dîlât yapılmış, şimal tarafından kapı açılmış, kıble duvarı mihrab olmuştur. Zemin kuru ve topraktı. Mescid yalnız Yatsı namazı kılınırken aydınlatılırdı. Sonradan tavan direklerine kandiller asıldı. İşte Mescid-i Nebevî’nin ilk şekli ve tarzı böyle idi. Sonraları müteaddit def’alar genişledilerek ve yeniden pek muhteşem bir şekilde binâ olunarak bugünkü muteşem hâlini almıştır.

Mescidin inşâsı bittikten sonra mescid’e bitişik odalar yapıldı. Bu sırada Hazret-i Peygamber (s.a.v.)’in taht-ı nikâhında Sevde ile Hazret-i âişe bulunduğundan bunlar için birer oda yapıldı. Sonraları Hazret-i Peygamber Efendimiz diğer Ezvâc-ı Tâhiratla evlendikçe onlar için de birer oda yapılmıştır. Bunlara Hucurât denir ve Kur’ân-ı Kerîm’de onlardan öyle bahsolunur. Bu odalar da kerpiçten yapılmıştır. Bunların duvarları hurma ağaçlarının bölmelerindendi. Ümmü Seleme’nin, Ümmü Habîbe’nin, Cüveyriye’nin, Meymûne’nin, Zeyneb’in, Zeyneb bint-i Cahş’ın (r.a.) odaları şimâle doğru idi. Hazret-i Âişe, Safiyye ve Sevde’nin odaları mukaabil taraftaydı. Bu odalar Mescid’e bitişik olduğundan Peygamber Efendimiz i’tikâf zamânında başını Mescid’den içeri uzatır, zevcelerinden biri de saçlarını tarardı, yıkardı. Her odanın hacmi dört beş arşın eninde ve boyunda idi. Yüksekliği ancak bir adam boyu kadardı. Kapılarına kilim, keçe, battâniye gibi bir örtü gerilirdi. Çok def’alar geceleri kandil bile yakılmazdı. İşte Hâne-i Saâdet budur.

Bu odalar uzun zaman durmuştur. Emevî halîfelerinden pek dindar bir zât olan Ömer ibn-i Abdülâziz bunları görünce:

-Halk şu odacıklara baksa da Peygamber’lerinin nekadar sâde ve mütevâzı’ bir hayat sürdüğünü anlasa, demişti.

Hazret-i Peygamber’in zevceleri için lâzım olan odalar yapılınca Ebû Eyyûb-i Ensârî’nin evinden oraya taşındılar. Peygamber Efendimiz’in Ensârdan olan komşuları arasında Sâ’d b. Ubâde, Sa’d b. Muâz, Ebû Eyyûb-i Ensârî zengince idiler. Bunlar, Peygamber’imize eksiriyâ süt gönderirlerdi. Peygamber’imizin yaşayışı çok sâdeydi. Bâzan yiyeceksiz kalıp aç yattıkları olurdu.

 

   
Senden Önce 4 ziyaretçi (17 klik) Kişi Buradaydi.
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol