İslam Ansiklopedisi - Namaz ve Biz - sozler15zeyli
   
Menü
  Ana Sayfa
  İletişim
  Yorum Ve Görüşleriniz
  Burdayiz
  Bize Destek Olun
  DOSTLARIMIZ
  Anket
  Ahir Zaman
  Al-i İmran Suresi
  Allah'tan Korkmak
  Allah'ın 99 İsmi
  A'raf Suresi
  Ashab-i Kehf
  Bakara Suresi
  BAS ÖRTÜSÜ
  Bediuzzaman Said Nursi
  Berat Kandili
  Büyük Günahlar
  Cennet Ve Cehennem
  Cinler
  Dinimiz
  Din Eğitiminde İnsanın Merkezileşmesi
  Din Ve İnsan
  El Zinasi
  Esmâül Hüsnâ
  Evreni Allah Yarattı
  Evrenin Ölümünün Ardından
  Esmaül Hüsnanin Önemi
  Esma-i Hüsnâ'dan Esintiler
  Esnaül Hüsna Faziletleri - Faydalari
  Esmaül Hüsna (Geniş Anlamlı)
  Esmaül Hüsna Zikirleri
  Filistine Destek İHH
  Filistine Destek K.Y.M
  Kiyamete Dogru
  Günün Konusu
  Site Haritasi
  Soru Cevap
  Şiirler
  Risale-i Nur
  Resim Galerisi
  İlahi Oku
  Peygamberlerimiz
  Gusül Ve Abdest
  Islamda Kadın ve Erkek
  Mezhebler
  Mucizeler
  ViDEOLAR
  SiiR
  Namaz Hakkında
  Namazın Edebi
  Namaz Vakitleri
  Namaz ve Sağlık
  Namazlar ve Niyet
  54 FARZ
  Zina Ve Çeşitleri
  Zinanin Kötülüğü
  Zina Ve Dünyevi Azabi
  Zinanin Uhrevi Azabi
  Göz Zinasi
  Göz Zinasi 2
  Gıybet
  Zulüm
  Kibir
  Kızmak
  Şehvet
  Haram ve Şüpheli Yemek
  Kur'an Ve Önemi
  Yunus Suresi
  Fil Suresi
  Kureyş Suresi
  Kuranin Önemi
  Kur'anin İnişi
  İnsan
  İbadetin Önemi
  Nefis
  Ölüm
  Oruç Ve Çeşitleri
  Oruçlarda Niyetin Vakti
  Orucu Bozan Şeyler
  Farz Oruçlar
  Oruç Çeşitleri
  Mübarek Aylar,Günler ve Geceler
  Kadir Gecesi
  Recep Ayı
  Regaib Gecesi
  Miraç Kandili
  Şaban Ayı
  Ramazan Ayı
  Şevval Ayı
  Kurban ve Kurban Bayrami
  Muharrem Ayı ve Aşure Günü
  Kutlu Doğum ve Mevlid Kandili
  Kıyamet
  Kıyamet Günü 1
  Kıyamet Günü 2
  Kıyamet Günü 3
  Hz. Mehdi
  İlahiler
  Karışık İlahi
 
  Esmaül Hüsna Esintisi Dergisi
  Ilk Müslümanlar
  Islam Tarihimiz
  Resimli Namaz Anlatimi
  Islam Alimleri
  Kabe
  Nasihatlar
  HlCRET
  Kuran Ögreniyorum
  DuaIar
  Ahlak Bilgileri
  Besmele Kampanyasi
  Tevhidisohbet
  Sahabaler
  Hadisler
  Osmanli Padisahlari
  Türkiye il ve ilçeler
  İl İl Namaz Vakitleri
  il il imsakiye - İftar Vakitleri
  Güzel Sözler
  Dursun Ali Erzincanlı
  Şifali Bitkiler
  ilmihal
  Unutulan Sünnetler
  İslami Resimler
  Salavat
  Bilim
  Ramazana Özel
  Kuran-ı Kerim Türkçe Meali
 
  Bediüzzaman Said Nursi Hayati
  Sözler
  Mektubat
  Lemalar
  Şualar
  Hür Adam Bediuzzaman Said Nursi - Fragman
 
  Atatürk
  Ödevler
 
  Teknoloji
 
  Google
  Faydalı Siteler
 
  Facebook
  Reklam

 



"O, yaratan, var eden, şekil veren Allah'tır. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanlar O'nun şanını yüceltmektedirler. O, galiptir, hikmet sahibidir.(Haşr-24)"

 
ALLAH
(Uluhiyete mahsus sıfatların hepsini kendinde toplayan İsm-i Azam)

RAHMÂN
(Bütün yaratılmışlar hakkında hayır ve merhameti tercih eden)

RAHÎM
(Çok merhamet eden, nimet veren)

MELİK
(Bütün kainatın tek sahibi ve mutlak hükümdarı)

KUDDÛS
(Hatadan, gafletten ve her eksiklikten münezzeh)

SELÂM
(Esenlik veren, kullarını selamete çıkaran)

MÜ'MİN
(Gönüllere iman ışığını veren, vaadine güvenilen)

MÜHEYMİN
(Kainatın bütün işlerini gözetip yöneten)

AZÎZ
(Yenilmeyen yegane galip)

CEBBÂR
(İradesini her durumda yürüten, dilediğini zorla yaptırmaya muktedir olan)

MÜTEKEBBİR
(Her şeyde büyüklüğünü gösteren)

HÂLIK
(Büyün mevcudatı takdirine uygun şekilde yaratan)

BÂRİ'
(Bir model olmaksızın canlıları yaratan)

MUSAVVİR
(Her şeye şekil ve özellik veren)

GAFFÂR
(Daima affeden, tekrarlanan günahları bağışlayan)

KAHHÂR
(Her şeye her istediğini yapacak şekilde galip ve hakim)

VEHHÂB
(Karşılık beklemeden bol bol veren)

REZZÂK
(Bedenlerin ve ruhların gıdasını yaratıp veren)

FETTÂH
(Zorlukları kolaylaştıran ve iyilik kapılarını açan)

ALÎM
(Herşeyi çok iyi bilen)

KÂBID
(Rızkı tutan, canlıların ruhunu alan)

BÂSIT
(Rızkı genişleten, ruhları bedenlerine yayan)

HÂFID
(Alçaltan, zillete düşüren)

RÂFİ'
(Yukarı kaldıran, yükselten)

MUİZ
(Yücelten, izzet ve şeref veren)

MÜZİL
(Alçaltan, zillet veren)

SEMİ'
(Her şeyi işiten)

BASÎR
(Her şeyi gören)

HAKEM
(Son hükmü veren)

ADL
(Mutlak adalet sahibi, çok adaletli)

LATÎF
(Yaratılmışların ihtiyacını en ince noktasına kadar bilip, sezilmez yollarla karşılayan)

HABÎR
(Her şeyin iç yüzünden haberdar olan)

HALÎM
(Acele ile ve kızgınlıkla muamele etmeyen)

AZÎM
(Zatının ve sıfatlarının mahiyeti anlaşılamayacak kadar ulu)

GAFÛR
(Bütün günahları bağışlayan)

ŞEKÛR
(Az iyiliğe çok mükafat veren)

ALÎ
(İzzet, şeref ve hükümranlik bakımından en yüce, aşkın)

KEBÎR
(Zatının ve sıfatlarının mahiyeti anlaşılamayacak kadar ulu)

HAFÎZ
(Koruyup gözeten ve dengede tutan)

MUKÎT
(Bedenlerin ve ruhların gıdasını yaratip veren, bilip gücü yeten ve koruyan)

HASÎB
(Kullarının her yaptığını bilen, onları hesaba çeken)

CELÎL
(Azamet sahibi)

KERÎM
(Lütuf ve keremi çok bol ve çok geniş)

RAKÎB
(Büyün varlığı gözetleyip, kontrol eden)

MÜCÎB
(Dualara karşılık veren)

VÂSİ'
(İlmi ve merhameti herşeyi kuşatan)

HAKÎM
(Bütün emirleri ve işleri hikmetli olan)

VEDÛD
(Kullarını çok seven, sevilmeye gerçekten layık olan)

MECÎD

Türkiye'nin En Büyük
İslam Ansiklopedisi
Olma Yolunda Hızla Gelişen Bir Sitedir.
İslam Ansiklopedisi 2008 - 2021 ©
On Beşinci Sözün Zeyli

 

[Yirmi Altıncı Mektubun Birinci Mebhası]

 


-1-

 

 

-2-

 

Hüccetü'l-Kur'ân Ale'ş-şeytan ve Hizbihî

 

İblisi ilzam, şeytanı ifhâm, ehl-i tuğyânı iskât eden Birinci Mebhas:

Bîtarafâne muhâkeme içinde şeytanın müthiş bir desîsesini kati bir sûrette reddeden bir vâkıadır. O vâkıanın mücmel bir kısmını on sene evvel Lemeât'ta yazmıştım. Şöyle ki:

Bu risâlenin telifinden on bir sene evvel Ramazan-ı Şerifte İstanbul Bayezid Câmi-i Şerifinde hâfızları dinliyordum. Birden, şahsını görmedim, fakat mânevî bir ses işittim gibi bana geldi. Zihnimi kendine çevirdi; hayalen dinledim. Baktım ki, bana der:

"Sen, Kur'ânı pek âlî, çok parlak görüyorsun. Bîtarafâne muhâkeme et, öyle bak. Yani bir beşer kelâmı farz et bak; acaba o meziyetleri, o zînetleri görecek misin?" dedi.

Hakikaten ben de ona aldandım, beşer kelâmı farz edip, öyle baktım. Gördüm ki, nasıl Bayezid'in elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortalık karanlığa düşer; öyle de, o farz ile, Kur'ân'ın parlak ışıkları gizlenmeye başladı. O vakit anladım ki, benim ile konuşan şeytandır; beni vartaya yuvarlandırıyor. Kur'ân'dan istimdâd ettim. Birden, bir nur kalbime geldi; müdâfaaya kati bir kuvvet verdi. O vakit şöylece şeytana karşı münâzara başladı.

 



 

1- Allah'ın adıyla. O her türlü kusur ve noksandan uzaktır. • Hiçbir şey yoktur ki Onu övüp, Onu tesbih etmesin. (İsrâ Sûresi: 44.)

2- Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.

Şeytandan sana bir vesvese geldiğinde Allah'a sığın. Şüphesiz ki O herşeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla bilendir. (Fussilet Sûresi: 36.)

Dedim: Ey şeytan! Bîtarafâne muhâkeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki, hem senin, hem insandaki senin şâkirdlerin, dediğiniz bîtarafâne muhâkeme ise, taraf-ı muhâlifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü, Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhâkeme etmek, şıkk-ı muhâlifi esas tutmaktır, bâtılı iltizamdır. Bîtarafâne muhâkeme değildir, belki bâtıla tarafgirliktir.

Şeytan dedi ki: "Öyle ise, ne Allah'ın kelâmı, ne de beşer kelâmı deme; ortada farz et, bak."

Ben dedim: O da olamaz. Çünkü, münâzâü'n-fîh bir mal bulunsa, eğer iki müddeî birbirine yakın ise ve kurbiyet-i mekân varsa, o vakit, o mal ikisinden başka birinin elinde veya ikisinin elleri yetişecek bir sûrette bir yere bırakılacak. Hangisi ispat etse, o alır. Eğer o iki müddeî birbirine gayet uzak, biri maşrıkta biri mağribde ise, o vakit, kaideten, "sahibü'l-yed" kim ise onun elinde bırakılacaktır. Çünkü, ortada bırakmak kâbil değildir.

İşte Kur'ân, kıymettar bir maldır. Beşer kelâmı Cenâb-ı Hakkın kelâmından ne kadar uzaksa, o iki taraf, o kadar, belki hadsiz birbirinden uzaktır. İşte, serâdan Süreyyâ'ya kadar birbirinden uzak o iki taraf ortasında bırakmak mümkün değildir. Hem, ortası yoktur; çünkü, vücud ve adem gibi ve iki nâkızeyn gibi, iki zıddırlar. Ortası olamaz. Öyle ise, Kur'ân için sahibü'l-yed, taraf-ı İlâhîdir. Öyle ise, Onun elinde kabul edilip, öylece delâil-i ispata bakılacak. Eğer, öteki taraf Onun kelâmullah olduğuna dâir bütün bürhanları birer birer çürütse, elini Ona uzatabilir; yoksa uzatamaz.

Heyhât! Binler berâhin-i kat'iyenin mıhlarıyla Arş-ı âzama çakılan bu muazzam pırlantayı, hangi el bütün o mıhları söküp, o direkleri kesip (onu) düşürebilir?

İşte ey şeytan! Senin rağmına, ehl-i hak ve insaf, bu sûretteki hakikatli muhâkeme ile muhâkeme ederler. Hattâ en küçük bir delilde dahi Kur'ân'a karşı imânını ziyâdeleştirir. Senin ve şâkirdlerinin gösterdiği yol ise:

Bir kere beşer kelâmı farz edilse, yani Arşa bağlanan o muazzam pırlanta yere atılsa, bütün mıhların kuvvetinde ve çok bürhanların metânetinde birtek bürhan lâzım ki, onu yerden kaldırıp Arş-ı mânevîye çaksın. Tâ küfrün zulümâtından kurtulup, imânın envârına erişsin. Halbuki, buna muvaffak olmak pek güçtür. Onun için, senin desîsen ile şu zamanda bîtarafâne muhâkeme sûreti altında çokları imânını kaybediyorlar.

Şeytan döndü ve dedi: "Kur'ân beşer kelâmına benziyor; onların muhâveresi tarzındadır. Demek, beşer kelâmıdır. Eğer, Allah'ın kelâmı olsa, Ona yakışacak, her cihetçe hârikulâde bir tarzı olacaktı. Onun san'atı nasıl beşer san'atına benzemiyor; kelâmı da benzememeli."

Cevaben dedim: Nasıl ki, Peygamberimiz (a.s.m.) mu'cizâtından ve hasâisinden başka, ef'âl ve ahvâl ve etvârında beşeriyette kalıp, beşer gibi, âdet-i İlâhiyeye ve evâmir-i tekviniyesine münkad ve mutî olmuş; o da soğuk çeker, elem çeker, ve hâkezâ. Herbir ahvâl ve etvârında hârikulâde bir vaziyet verilmemiş-tâ ki, ümmetine ef'âliyle imam olsun, etvârıyla rehber olsun, umum harekâtıyla ders versin. Eğer, her etvârında hârikulâde olsa idi, bizzat her cihetçe imam olamazdı, herkese mürşid-i mutlak olamazdı, bütün ahvâliyle "rahmete'n-li'l-âlemîn" olamazdı.

Aynen öyle de, Kur'ân-ı Hakîm, ehl-i şuura imamdır, cin ve inse mürşiddir, ehl-i kemâle rehberdir, ehl-i hakikate muallimdir. Öyle ise, beşerin muhâverâtı ve üslûbu tarzında olmak zarûrî ve katidir. Çünkü, cin ve ins münâcâtını ondan alıyor, duâsını ondan öğreniyor, mesâilini onun lisâniyle zikrediyor, edeb-i muâşeretini ondan taallüm ediyor, ve hâkezâ, herkes onu mercî yapıyor. Öyle ise, eğer Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâmın Tûr-i Sînâda işittiği kelâmullah tarzında olsa idi, beşer bunu dinlemekte, işitmekte tahammül edemezdi ve mercî edemezdi. Hazret-i Mûsâ gibi bir ulû'l-azm, ancak birkaç kelâmı işitmeye tahammül etmiştir. Mûsâ Aleyhisselâm demiş:

 

Şeytan döndü, yine dedi ki: "Kur'ân'ın mesâili gibi, çok zâtlar o çeşit meseleleri din nâmına söylüyorlar. Onun için, bir beşer, din nâmına böyle birşey yapmak mümkün değil mi?"

Cevaben Kur'ân'ın nuruyla dedim ki:

Evvelâ: Dindar bir adam, din muhabbeti için, "Hak böyledir, hakikat budur. Allah'ın emri böyledir" der. Yoksa, Allah'ı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derece haddinden tecavüz edip, Allah'ın taklidini yapıp, Onun yerinde konuşmaz. -2- düsturundan titrer.

Ve sâniyen: Bir beşer kendi başına böyle yapması ve muvaffak olması hiçbir cihetle mümkün değildir, belki, yüz derece muhâldir. Çünkü, birbirine yakın zâtlar birbirini taklid edebilirler, bir cinsten olanlar birbirinin sûretine girebilirler, mertebece birbirine yakın olanlar, birbirinin makamlarını taklid edebilirler. Muvakkaten, insanları iğfal ederler; fakat, dâimî iğfal edemezler. Çünkü, ehl-i dikkat nazarında alâküllihâl, etvâr ve ahvâli içindeki tasannuâtlar ve tekellüfâtlar sahtekârlığını gösterecek; hilesi devam etmeyecek. Eğer, sahtekârlıkla taklide çalışan, ötekinden gayet uzaksa, meselâ âdi bir adam, İbni Sînâ gibi bir dâhîyi ilimde taklid etmek istese ve bir çoban bir padişahın vaziyetini takınsa, elbette hiç kimseyi aldatamayacak; belki kendi maskara olacak. Herbir hali bağıracak ki, "Bu sahtekârdır!"

İşte -hâşâ, yüz bin defa hâşâ- Kur'ân beşer kelâmı farz edildiği vakit, nasıl bir yıldızböceği bin sene tekellüfsüz hakiki bir yıldız olarak rasat ehline görünsün? Hem, bir sinek, bir sene tamamen tavus sûretini tasannu'suz, temâşâ ehline göstersin? Hem, sahtekâr, âmî bir nefer, nâmdar, âlî bir müşirin tavrını takınsın, makamında otursun, çok zaman öyle kalsın, hilesini ihsâs etmesin? Hem, müfteri, yalancı, itikadsız bir adam, müddet-i ömründe dâimâ en sâdık, en emîn, en mûtekid bir zâtın keyfiyetini ve vaziyetini en müdakkik nazarlara karşı telâşsız göstersin, dâhîlerin nazarında tasannuu saklansın? Bu ise, yüz derece muhâldir; ona hiçbir zîakıl mümkün diyemez. Öyle de farz etmek dahi, bedihî bir muhâli vâki' farz etmek gibi bir hezeyandır.

 



 

1- Senin konuşman böyle midir? Allah buyurdu: "Bütün dillerin kuvveti benimdir." (Hadîs-i Şerif: Tefsir-u İbn-i Kesir: 1:505; Mu'cemü't-Taberânî el-Evsât, 1:991.)

2- Allah adına yalan söyleyenden daha zâlim kim vardır? (Zümer Sûresi: 32.) 

Aynen öyle de, Kur'ân'ı kelâm-ı beşer farz etmek, lâzım gelir ki, âlem-i İslâmın semâsında bilmüşâhede pek parlak ve dâimâ envâr-ı hakâikı neşreden bir yıldız-ı hakikat, belki bir şems-i kemâlât telâkkî edilen Kitâb-ı Mübînin mahiyeti - hâşâ - bir yıldızböceği hükmünde tasannucu bir beşerin hurâfâtlı bir düzmesi olsun. Ve en yakınında olanlar ve dikkatle ona bakanlar farkında bulunmasın. Ve onu dâimâ âlî ve menba-ı hakâik bir yıldız bilsin. Bu ise, yüz derece muhâl olmakla beraber, sen ey Şeytan, yüz derece şeytâniyette ileri gitsen, buna imkân verdiremezsin, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın. Yalnız, pek uzaktan baktırmakla aldatıyorsun; yıldızı, yıldız böceği gibi böyle küçük gösteriyorsun!

Sâlisen: Hem, Kur'ân'ı beşer kelâmı farz etmek, lâzım gelir ki, âsârıyla, tesirâtıyla, netâiciyle âlem-i insaniyetin bilmüşâhede en ruhlu ve hayatfeşân, en hakikatli ve saadetresân, en cemiyetli ve mu'cizbeyân, âlî meziyetleriyle yaldızlı bir Furkan'ın gizli hakikati (hâşâ) muâvenetsiz, ilimsiz birtek insanın sahtekâr, âdi fikrinin tasannuâtı olsun. Ve yakından onu temâşâ eden ve merakla dikkat eden büyük zekâlar, ulvî dehâlar, ondan hiçbir zaman, hiçbir cihette sahtekârlık ve tasannu' eseri görmesin; dâimâ ciddiyeti, samimiyeti, ihlâsı bulsun.

Bu ise, yüz derece muhâl olmakla beraber, bütün ahvâliyle, akvâliyle, harekâtıyla bütün hayatında emâneti, imânı, emniyeti, ihlâsı, ciddiyeti istikâmeti gösteren ve ders veren ve sıddıkînleri yetiştiren, en yüksek, en parlak, en âlî haslet telâkkî edilen ve kabul edilen bir zâtı en emniyetsiz, en ihlâssız, en itikadsız farz etmekle, muzaaf bir muhâli vâki görmek gibi, Şeytanı dahi utandıracak bir hezeyân-ı küfrîdir. Çünkü şu meselenin ortası yoktur. Zîrâ, farz-ı muhâl olarak, Kur'ân kelâmullah olmazsa, Arştan zemine düşer gibi sukut eder, ortada kalmaz. Mecmâ-ı hakâik iken menba-ı hurâfât olur. Ve o hârika fermanı gösteren zât (hâşâ, sümme hâşâ) eğer Resûlullah olmazsa, âlâ-yı illiyyînden esfel-i sâfilîne sukut etmek ve menba-ı kemâlât derecesinden mâden-i desâis makamına düşmek lâzım gelir; ortada kalmaz. Zîrâ, Allah nâmına iftira eden, yalan söyleyen, en ednâ bir dereceye düşer. Bir sineği dâimî bir sûrette tavus görmek ve tavusun büyük evsâfını onda her vakit müşâhede etmek ne kadar muhâl ise, şu mesele de öyle muhâldir. Fıtraten akılsız, sarhoş bir divâne lâzım ki buna ihtimâl versin.

Râbian: Hem, Kur'ân'ı kelâm-ı beşer farz etmek; lâzım gelir ki, nev-i benîâdem'in en büyük ve muhteşem ordusu olan ümmet-i Muhammediyenin (a.s.m.) mukaddes kumandanı olan Kur'ân, bilmüşâhede kuvvetli kanunlarıyla, esaslı düsturlarıyla, nâfiz emirleriyle o pek büyük orduyu, iki cihânı fethedecek bir derecede bir intizam verdiği ve bir inzibat altına aldığı ve maddî mânevî teçhiz ettiği ve umum o efrâdın derecâtına göre akıllarını tâlim ve kalblerini terbiye ve ruhlarını teshîr ve vicdanlarını tathir ve âzâ ve cevârihlerini istimâl ve istihdam ettiği halde-hâşâ, yüz bin defa hâşâ-kuvvetsiz, kıymetsiz, asılsız bir düzme farz edip, yüz derece muhâli kabul etmek lâzım gelmekle beraber, müddet-i hayatında ciddî harekâtıyla Hakkın kanunlarını benî Adem'e ders veren ve samimi ef'âliyle hakikatin düsturlarını beşere tâlim eden ve hâlis ve mâkul akvâliyle istikâmetin ve saadetin usûllerini gösteren ve tesis eden ve bütün tarihçe-i hayatının şehâdetiyle Allah'ın azabından çok havf eden ve herkesten ziyâde Allah'ı bilen ve bildiren ve nev-i beşerin beşten birisine ve küre-i arzın yarısına bin üç yüz elli sene kemâl-i haşmet ile kumandanlık eden ve cihânı velveleye veren ve şöhretşiâr şuûnâtıyla nev-i beşerin belki kâinatın elhak medâr-ı fahrı olan bir zâtı - hâşâ, yüz bin defa hâşâ - sahtekâr, Allah'tan korkmaz ve bilmez ve haysiyetini tanımaz, insaniyetin âdi derecesinde farz etmekle yüz derece muhâli birden irtikâb etmek lâzım gelir. Çünkü, şu meselenin ortası yoktur.

Zîrâ, farz-ı muhâl olarak, Kur'ân kelâmullah olmazsa, Arştan düşse, ortada kalamaz; belki, yerde yalancı birinin malı olduğunu kabul etmek lâzım gelir. Bu ise, ey şeytan, yüz derece, sen, katmerli bir şeytan olsan, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın ve çürümemiş hiçbir kalbi iknâ edemezsin.

Şeytan döndü, dedi: "Nasıl kandıramam? Ekser insanlara ve insanın meşhur âkıllerine Kur'ân'ı ve Muhammed'i inkâr ettirdim."

Elcevap:

Evvelâ: Gayet uzak mesafeden bakılsa, en büyük şey, en küçük şey gibi görünebilir; bir yıldız, bir mum kadar denilebilir.

Sâniyen: Hem, tebeî, sathî bir nazarla bakılsa, gayet muhâl birşey, mümkün görünebilir. Bir zaman, bir ihtiyar adam, Ramazan hilâlini görmek için semâya bakmış. Gözüne bir beyaz kıl inmiş; o kılı ay zannetmiş, 'Ayı gördüm' demiş. İşte, muhâldir ki, hilâl, o beyaz kıl olsun. Fakat, kasden ve bizzat aya baktığı, ve o saçı tebeî ve dolayısıyla ve ikinci derece göründüğü için, o muhâli mümkün telâkkî etmiş.

Sâlisen: Hem, kabul etmemek başkadır, inkâr etmek başkadır. Adem-i kabul bir lâkaydlıktır, bir göz kapamaktır ve câhilâne bir hükümsüzlüktür. Bu sûrette, çok muhâl şeyler onun içinde gizlenebilir; onun aklı onlarla uğraşmaz. Ammâ inkâr ise, o adem-i kabul değil, belki o, kabul-ü ademdir, bir hükümdür. Onun aklı hareket etmeye mecburdur. O halde senin gibi bir şeytan, onun aklını elinden alır, sonra inkârı ona yutturur. Hem, ey şeytan, bâtılı hak ve muhâli mümkün gösteren gaflet ve dalâlet ve safsata ve inad ve mugâlâta ve mükâbere ve iğfal ve görenek gibi şeytânî desîselerle, çok muhâlâtı intâc eden inkâr ve küfrü, o bedbaht insan sûretindeki hayvanlara yutturmuşsun.

Râbian: Hem, Kur'ân'ı kelâm-ı beşer farz etmek; lâzım gelir ki, âlem-i insaniyetin semâvâtında yıldızlar gibi parlayan asfiyâlara, sıddîkînlere, aktablara bilmüşâhede rehberlik eden ve bilbedâhe mütemâdiyen hak ve hakkâniyeti, sıdk ve sadâkati, emn ve emâneti umum tabakât-ı ehl-i kemâle tâlim eden ve erkân-ı imâniyenin hakâikıyla ve erkân-ı İslâmiyenin desâtiriyle iki cihânın saadetini temin eden ve bu icraatının şehâdetiyle bizzarûre hak ve hâlis ve sâfî hakikat ve gayet doğru ve pek ciddî olmak lâzım gelen bir kitâbı, kendi evsâfının ve tesirâtının ve envârının zıddıyla muttasıf tasavvur edip-hâşâ, sümme hâşâ-bir sahtekârın tasnîât ve iftiralarının mecmûası nazarıyla bakmak, Sofestâîleri ve şeytanları dahi utandıracak ve titretecek şenî bir hezeyân-ı küfrî olmakla beraber; izhâr ettiği din ve şeriat-ı İslâmiyenin şehâdetiyle ve müddet-i hayatında gösterdiği bilittifak fevkalâde takvâsının ve hâlis ve sâfî ubûdiyetinin delâletiyle ve bilittifak kendinde görünen ahlâk-ı hasenenin iktizâsıyla ve yetiştirdiği bütün ehl-i hakikatin ve sahib-i kemâlâtın tasdikiyle en mûtekid, en metîn, en emîn, en sâdık bir zâtı- hâşâ, sümme hâşâ, yüz bin kere hâşâ-itikadsız, en emniyetsiz, Allah'tan korkmaz bir vaziyette farzetmek, muhâlâtın en çirkin ve menfur bir sûretini ve dalâletin en zulümlü ve zulmetli bir tarzını irtikâb etmek lâzım gelir.

Elhâsıl: On Dokuzuncu Mektubun On Sekizinci İşaretinde denildiği gibi, nasıl kulaklı âmî tabakası, i'câz-ı Kur'ân fehminde demiş: 'Kur'ân, bütün dinlediğim ve dünyada mevcud kitaplara kıyas edilse, hiçbirisine benzemiyor ve onların derecesinde değildir." Öyle ise, ya Kur'ân umumunun altındadır veya umumunun fevkınde bir derecesi vardır. Umumun altındaki şık ise, muhâl olmakla beraber, hiçbir düşman, hattâ Şeytan dahi diyemez ve kabul etmez. Öyle ise, Kur'ân umum kitapların fevkındedir; öyle ise mu'cizedir.

Aynen öyle de, biz de ilm-i usûl ve fenn-i mantıkça sebr ve taksim denilen en kati bir hüccetle deriz:

Ey Şeytan ve ey Şeytanın şâkirdleri! Kur'ân ya Ârş-ı Âzamdan, İsm-i Âzamdan gelmiş bir kelâmullahtır, veyahut - hâşâ, sümme hâşâ, yüz bin kere hâşâ - yerde, sahtekâr ve Allah'tan korkmaz ve Allah'ı bilmez, itikadsız bir beşerin düzmesidir. Bu ise, ey Şeytan, sâbık hüccetlere karşı bunu sen diyemedin ve diyemezsin ve diyemeyeceksin. Öyle ise, bizzarûre ve bilâşüphe, Kur'ân Hâlık-ı Kâinatın kelâmıdır. Çünkü ortası yoktur ve muhâldir ve olamaz. Nasıl ki katibir sûrette ispat ettik; sen de gördün ve dinledin.

Hem, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, ya resûlullahtır ve bütün resûllerin ekmeli ve bütün mahlûkatın efdalidir; veyahut - hâşâ, yüz bin defa hâşâ - Allah'a iftira ettiği ve Allah'ı bilmediği ve azabına inanmadığı için, itikadsız, esfel-i sâfilîne sukut etmiş bir beşer farz etmek Haşiye lâzım gelir ki; bu ise, ey İblis, ne sen ve ne de güvendiğin Avrupa feylesofları ve Asya münâfıkları bunu diyemezsiniz ve diyememişsiniz ve diyemeyeceksiniz ve dememişsiniz ve demiyeceksiniz. Çünkü, bu şıkkı dinleyecek ve kabul edecek, dünyada yoktur. Onun içindir ki, güvendiğin o feylesofların en müfsidleri ve o Asya münâfıklarının en vicdansızları dahi diyorlar ki: "Muhammed-i Arabî (a.s.m.) çok akıllı idi, çok güzel ahlâklı idi."

Mâdem, şu mesele iki şıkka münhasırdır. Ve mâdem ikinci şık muhâldir ve hiçbir kimse buna sahip çıkmıyor. Ve mâdem kati hüccetlerle ispat ettik ki, ortası yoktur. Elbette, bizzarûre, senin ve hizbü'ş-şeytanın rağmına olarak, bilbedâhe ve bihakkalyakîn, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm Resûlullahtır ve bütün resûllerin ekmelidir, bütün mahlûkatın efdalidir.

 

 



 

Melekler, insanlar ve cinler adedince ona salât ve selâm eyle. (Duâ)

 

Haşiye: Kur'ân-ı Hakîm, kâfirlerin küfriyâtlarını ve galîz tâbirâtlarını, iptal etmek için zikrettiğine istinâden, ehl-i dalâletin fikr-i küfrîlerinin bütün bütün muhâliyetini ve bütün bütün çürüklüğünü göstermek için, şu tâbirâtı farz-ı muhâl sûretinde titreyerek kullanmaya mecbur oldum. 

   
Senden Önce 114 ziyaretçi (200 klik) Kişi Buradaydi.
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol