Yirmi Birinci Söz
[İki Makamdır]
Birinci Makam
Bir zaman sinnen, cismen, rütbeten büyük bir adam bana dedi: "Namaz iyidir. Fakat her gün her gün beşer defa kılmak çoktur. Bitmediğinden usanç veriyor."
O zâtın o sözünden hayli zaman geçtikten sonra nefsimi dinledim, işittim ki, aynı sözleri söylüyor. Ve ona baktım, gördüm ki, tembellik kulağıyla şeytandan aynı dersi alıyor. O vakit anladım, o zât, o sözü bütün nüfûs-u emmârenin nâmına söylemiş gibidir veya söylettirilmiştir. O zaman, ben dahi dedim: "Mâdem nefsim emmâredir. Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez. Öyle ise nefsimden başlarım."
Dedim: Ey nefis! Cehl-i mürekkeb içinde, tembellik döşeğinde, gaflet uykusunda söylediğin şu söze mukabil "Beş İkaz"ı benden işit.
Birinci İkaz
Ey bedbaht nefsim! Acaba ömrün ebedî midir? Hiç kat'î senedin var mı ki, gelecek seneye, belki yarına kadar kalacaksın?
Sana usanç veren, tevehhüm-ü ebediyettir. Keyf için ebedî dünyada kalacak gibi nazlanıyorsun. Eğer anlasa idin ki, ömrün azdır, hem fâidesiz gidiyor; elbette onun yirmi dörtten birisini, hakiki bir hayat-ı ebediyenin saadetine medâr olacak bir güzel ve hoş ve rahat ve rahmet bir hizmete sarf etmek, usanmak şöyle dursun, belki ciddî bir iştiyak ve hoş bir zevki tahrike sebep olur.
Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.
Şüphesiz namaz, müminler üzerine belli vakitler için farz olarak yazılmıştır. (Nisâ Sûresi: 103.)
İkinci İkaz
Ey şikemperver nefsim! Acaba, her gün her gün ekmek yersin, su içersin, havayı teneffüs edersin; sana onlar usanç veriyor mu?
Mâdem vermiyor; çünkü ihtiyaç tekerrür ettiğinden usanç değil, belki telezzüz ediyorsun. Öyle ise, hâne-i cismimde senin arkadaşların olan kalbimin gıdâsı, ruhumun âb-ı hayatı ve latîfe-i Rabbâniyemin hava-i nesîmini cezb ve celb eden namaz dahi seni usandırmamak gerektir.
Evet, nihayetsiz teessürât ve elemlere mâruz ve mübtelâ ve nihayetsiz telezzüzâta ve emellere meftun ve pürsevdâ bir kalbin kût ve kuvveti, herşeye kâdir bir Rahîm-i Kerîmin kapısını niyaz ile çalmakla elde edilebilir.
Evet, şu fânî dünyada kemâl-i sür'atle vâveylâ-i firâkı koparan giden ekser mevcudâtla alâkadar bir ruhun âb-ı hayatı ise, herşeye bedel bir Ma'bud-u Bâkînin, bir Mahbub-u Sermedînin çeşme-i rahmetine, namaz ile teveccüh etmekle içilebilir.
Evet, fıtraten ebediyeti isteyen ve ebed için halk olunan ve ezelî ve ebedî bir Zâtın aynası olan ve nihayetsiz derecede nâzik ve letâfetli bulunan zîşuur bir sırr-ı insanî, zînur bir latîfe-i Rabbâniye, şu kasâvetli, ezici ve sıkıntılı, geçici ve zulümâtlı ve boğucu olan ahvâl-i dünyeviye içinde, elbette teneffüse pekçok muhtaçtır. Ve ancak namazın penceresiyle nefes alabilir.
Üçüncü İkaz
Ey sabırsız nefsim! Acaba, geçmiş günlerdeki ibâdet külfetini ve namazın meşakkatini ve musîbet zahmetini bugün düşünüp muztarip olmak, hem gelecek günlerdeki ibâdet vazifesini ve namaz hizmetini ve musîbet elemini bugün tasavvur edip sabırsızlık göstermek hiç kâr-ı akıl mıdır?
Şu sabırsızlıkta misâlin şöyle bir sersem kumandana benzer ki: Düşmanın sağ cenah kuvveti onun sağındaki kuvvetine iltihak etmiş ve ona taze bir kuvvet olduğu halde, o tutar, mühim bir kuvvetini sağ cenâha gönderir, merkezi zayıflaştırır. Hem, sol cenahta düşmanın askeri yok iken ve daha gelmeden büyük bir kuvvet gönderir. "Ateş et!" emrini verir. Merkezi bütün bütün kuvvetten düşürtür. Düşman işi anlar, merkeze hücum eder, târ ü mâr eder.
Evet, buna benzersin. Çünkü, geçmiş günlerin zahmeti, bugün rahmete kalbolmuş. Elemi gitmiş, lezzeti kalmış; külfeti, kerâmete iltihak ve meşakkati, sevâba inkılâb etmiş. Öyle ise, ondan usanç almak değil, belki yeni bir şevk, taze bir zevk ve devama ciddî bir gayret almak lâzım gelir. Gelecek günler ise, mâdem gelmemişler, şimdiden düşünüp usanmak ve fütur getirmek, aynen o günlerde açlığı ve susuzluğu ile bugün düşünüp, bağırıp çağırmak gibi bir divâneliktir.
Mâdem hakikat böyledir, âkıl isen, ibâdet cihetinde yalnız bugünü düşün. Ve, "Onun bir saatini ücreti pek büyük, külfeti pek az, hoş ve güzel ve ulvî bir hizmete sarf ediyorum" de. O vakit senin acı bir fütûrun, tatlı bir gayrete inkılâb eder.
İşte ey sabırsız nefsim! Sen, üç sabır ile mükellefsin: Birisi tâat üstünde sabırdır, birisi mâsiyetten sabırdır, diğeri musîbete karşı sabırdır.
Aklın varsa, şu Üçüncü İkazdaki temsilde görünen hakikati rehber tut. Merdâne, "Yâ Sabûr" de, üç sabrı omuzuna al. Cenâb-ı Hakkın sana verdiği sabır kuvvetini, eğer yanlış yolda dağıtmazsan, her meşakkate ve her musîbete kâfi gelebilir. Ve o kuvvetle dayan.
Dördüncü İkaz
Ey sersem nefsim! Acaba, şu vazife-i ubûdiyet neticesiz midir? Ücreti az mıdır ki, sana usanç veriyor? Halbuki, bir adam sana birkaç para verse veyahut seni korkutsa, akşama kadar seni çalıştırır. Ve fütursuz çalışırsın. Acaba, bu misafirhâne-i dünyada âciz ve fakir kalbine kût ve gınâ ve elbette bir menzilin olan kabrinde gıdâ ve ziyâ ve herhalde mahkemen olan Mahşerde senet ve berat ve ister istemez üstünden geçilecek Sırat Köprüsünde nur ve burak olacak bir namaz, neticesiz midir? Veyahut ücreti az mıdır?
Bir adam sana yüz liralık bir hediye vaad etse, yüz gün seni çalıştırır. Hulfü'l-vaad edebilir. O adama itimad edersin, fütursuz işlersin. Acaba hulfü'l-vaad, hakkında muhâl olan bir Zât, Cennet gibi bir ücreti ve saadet-i ebediye gibi bir hediyeyi sana vaad etse, pek az bir zamanda, pek güzel bir vazifede seni istihdam etse; sen hizmet etmezsen veya isteksiz, suhre gibi veya usançla, yarım yamalak hizmetinle Onu vaadinde ittiham ve hediyesini istihfaf etsen, pek şiddetli bir te'dibe ve dehşetli bir tâzibe müstehak olacağını düşünmüyor musun? Dünyada, hapsin korkusundan, en ağır işlerde fütursuz hizmet ettiğin halde, Cehennem gibi bir haps-i ebedînin havfı, en hafif ve latîf bir hizmet için sana gayret vermiyor mu?
Beşinci İkaz
Ey dünyaperest nefsim! Acaba ibâdetteki fütûrun ve namazdaki kusurun, meşâgil-i dünyeviyenin kesretinden midir? Veyahut derd-i maîşetin meşgalesiyle vakit bulamadığından mıdır? Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki, bütün vaktini ona sarf ediyorsun?
Sen istidad cihetiyle bütün hayvanâtın fevkınde olduğunu ve hayat-ı dünyeviyenin levâzımâtını tedârikte, iktidar cihetiyle, bir serçe kuşuna yetişemediğini biliyorsun. Bundan neden anlamıyorsun ki, vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak değil, belki hakiki bir insan gibi, hakiki bir hayat-ı dâime için sa'y etmektir.
Bununla beraber, meşâgil-i dünyeviye dediğin, çoğu sana âit olmayan ve fuzûlî bir sûrette karıştığın ve karıştırdığın mâlâyânî meşgalelerdir. En elzemini bırakıp, güyâ binler sene ömrün var gibi en lüzumsuz mâlûmât ile vakit geçiriyorsun. Meselâ, "Zühalin etrafındaki halkaların keyfiyeti nasıldır?" ve "Amerika tavukları ne kadardır?" gibi kıymetsiz şeylerle kıymettar vaktini geçiriyorsun. Güyâ, kozmoğrafya ilminden ve istatistikçi fenninden bir kemâl alıyorsun!
Eğer desen: "Beni namazdan ve ibâdetten alıkoyan ve fütur veren, öyle lüzumsuz şeyler değil, belki derd-i maîşetin zarûrî işleridir."
Öyle ise, ben de sana derim ki: Eğer yüz kuruş bir gündelik ile çalışsan, sonra biri gelse, dese ki, "Gel on dakika kadar şurayı kaz. Yüz lira kıymetinde bir pırlanta ve bir zümrüt bulacaksın." Sen ona, "Yok, gelmem. Çünkü on kuruş gündeliğimden kesilecek. Nafakam azalacak" desen, ne kadar divânece bir bahane olduğunu elbette bilirsin.
Aynen onun gibi, sen, şu bağında nafakan için işliyorsun. Eğer farz namazı terk etsen, bütün sa'yin semeresi, yalnız dünyevî ve ehemmiyetsiz ve bereketsiz bir nafakaya münhasır kalır. Eğer, sen, istirahat ve teneffüs vaktini ruhun rahatına, kalbin teneffüsüne medâr olan namaza sarf etsen, o vakit bereketli nafaka-i dünyeviye ile beraber, senin nafaka-i uhreviyene ve zâd-ı âhiretine ehemmiyetli bir menba olan iki mâden-i mânevî bulursun:
Birinci mâden: Bütün bağındaki Haşiye yetiştirdiğin, çiçekli olsun, meyveli olsun, her nebâtın, her ağacın tesbihâtından, güzel bir niyet ile, bir hisse alıyorsun.
İkinci mâden: Hem, bu bağdan çıkan mahsülâttan kim yese-hayvan olsun, insan olsun, inek olsun, sinek olsun, müşteri olsun, hırsız olsun-sana bir sadaka hükmüne geçer; fakat o şart ile ki, sen, Rezzâk-ı Hakiki nâmına ve izni dairesinde tasarruf etsen ve Onun malını Onun mahlûkatına veren bir tevzîât memuru nazarıyla kendine baksan.
İşte, bak, namazı terk eden ne kadar büyük bir hasâret eder, ne kadar ehemmiyetli bir serveti kaybeder! Ve sa'ye pek büyük bir şevk veren ve amelde büyük bir kuvve-i mânevî temin eden o iki neticeden ve o iki mâdenden mahrum kalır, iflas eder. Hattâ, ihtiyarlandıkça bahçecilikten usanır, fütur gelir. "Neme lâzım," der. "Ben zâten dünyadan gidiyorum. Bu kadar zahmeti ne için çekeceğim?" diyecek, kendini tenbelliğe atacak. Fakat evvelki adam der: "Daha ziyâde ibâdetle beraber, sa'y-i helâle çalışacağım. Tâ, kabrime daha ziyâde ışık göndereceğim. Âhiretime daha ziyâde zahîre tedârik edeceğim."
Elhâsıl: Ey nefis! Bil ki, dünkü gün senin elinden çıktı; yarın ise, senin elinde senet yok ki, ona mâliksin. Öyle ise, hakiki ömrünü bulunduğun gün bil. Lâakal, günün bir saatini ihtiyat akçesi gibi, hakiki istikbâl için teşkil olunan bir sandukça-i uhreviye olan bir mescide veya bir seccâdeye at.
Hem bil ki, her yeni gün, sana, hem herkese bir yeni âlemin kapısıdır. Eğer namaz kılmazsan, senin o günkü âlemin zulümâtlı ve perişan bir halde gider. Senin aleyhinde âlem-i misâlde şehâdet eder. Zîrâ herkesin, her günde, şu âlemden, bir mahsus âlemi var. Hem o âlemin keyfiyeti o adamın kalbine ve ameline tâbidir. Nasıl ki aynanda görünen muhteşem bir saray, aynanın rengine bakar. Siyah ise, siyah görünür; kırmızı ise, kırmızı görünür.
Haşiye: Bu makam bir bağda, bir zâta bir derstir ki, bu tarz izah ile beyân edilmiştir.
Hem, onun keyfiyetine bakar; o ayna şişesi düzgün ise sarayı güzel gösterir, düzgün değil ise çirkin gösterir. En nâzik şeyleri kaba gösterdiği misillü, sen kalbinle, aklınla, amelinle, gönlünle kendi âleminin şeklini değiştirirsin; ya aleyhinde, ya lehinde şehâdet ettirebilirsin. Eğer namazı kılsan, o namazın ile, o âlemin Sâni-i Zülcelâline müteveccih olsan, birden sana bakan âlemin tenevvür eder. Âdetâ, namazın, bir elektrik lâmbası ve namaza niyetin, onun düğmesine dokunması gibi o âlemin zulümâtını dağıtır. Ve o herc ü merc-i dünyeviyedeki karma karışık perişâniyet içindeki tebeddülât ve harekât, hikmetli bir intizam ve mânidar bir kitâbet-i kudret olduğunu gösterir, -1- âyet-i pürenvârından bir nuru senin kalbine serper. Senin o günkü âlemini, o nurun in'ikâsıyla ışıklandırır. Senin lehinde nurâniyetle şehâdet ettirir.
Sakın deme, "Benim namazım nerede, şu hakikat-i namaz nerede!" Zîrâ bir hurma çekirdeği, bir hurma ağacı gibi, kendi ağacını tavsif eder. Fark yalnız icmâl ve tafsil ile olduğu gibi, senin ve benim gibi bir âmînin -velev hissetmezse- namazı, büyük bir velînin namazı gibi, şu nurdan bir hissesi var, şu hakikatten bir sırrı vardır - velev şuurun taallûk etmezse. Fakat, derecâta göre inkişaf ve tenevvürü ayrı ayrıdır. Nasıl bir hurma çekirdeğinden tâ mükemmel bir hurma ağacına kadar ne kadar merâtib bulunur; öyle de, namazın derecâtında da, daha fazla merâtib bulunabilir. Fakat bütün o merâtibde, o hakikat-i nurâniyenin esâsı bulunur.
-2-
1- Allah göklerin ve yerin nurudur. (Nur Sûresi: 35.)
2- Allah'ım! "Namaz dinin direğidir" (Tirmizî, İmân: 8; İbn-i Mâce, Fiten: 12; Müsned, 5:231, 237) buyuran Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma ve onun bütün âl ve ashâbına salât ü selâm eyle.
Yirmi Birinci Sözün İkinci Makamı
[Kalbin beş yarasına beş merhemi tazammun eder.]
Ey maraz-ı vesvese ile mübtelâ! Biliyor musun vesvesen neye benzer? Musîbete benzer; ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet vermezsen söner. Ona büyük nazarıyla baksan büyür; küçük görsen, küçülür. Korksan ağırlaşır, hasta eder; havf etmezsen hafif olur, mahfî kalır. Mahiyetini bilmezsen devam eder, yerleşir; mahiyetini bilsen, onu tanısan, gider. Öyle ise, şu musîbetli vesvesenin aksâm-ı kesîresinden kesîrü'l-vuku' olan yalnız beş vechini beyân edeceğim. Belki sana ve bana şifâ olur. Zîrâ, şu vesvese öyle bir şeydir ki, cehil onu dâvet eder, ilim onu tard eder; tanımazsan gelir, tanısan gider.
Birinci Vecih - Birinci Yara
Şeytan, evvelâ şüpheyi kalbe atar. Eğer kalb kabul etmezse, şüpheden şetm'e döner. Hayale karşı şetme benzer bâzı pis hâtıraları ve münâfi-i edeb çirkin halleri tasvir eder. Kalbe "Eyvah!" dedirtir; ye'se düşürtür. Vesveseli adam zanneder ki, kalbi Rabbine karşı sû-i edebde bulunuyor. Müthiş bir halecan ve heyecan hisseder. Bundan kurtulmak için huzurdan kaçar, gaflete dalmak ister. Bu yaranın merhemi budur:
Bak, ey bîçare vesveseli adam! Telaş etme. Çünkü, senin hatırına gelen, şetm değil, belki tahayyüldür. Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi, tahayyül-ü şetm dahi, şetm değildir. Zîrâ, mantıkça, tahayyül hüküm değildir. Şetm ise hükümdür.
Hem bununla beraber, o çirkin sözler, senin kalbin sözleri değil. Çünkü, senin kalbin, ondan müteessir ve müteessiftir. Belki, kalbe yakın olan lümme-i şeytânîden geliyor. Vesvesenin zararı, tevehhüm-ü zarardır; yani onu zararlı tevehhüm etmekle, kalben mutazarrır olmaktır. Çünkü, hükümsüz bir tahayyülü hakikat tevehhüm eder. Hem şeytanın işini kendi kalbine mal eder; onun sözünü, ondan zanneder. Zarar anlar, zarara düşer. Zâten şeytanın da istediği odur.
Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.
Ey Rabbim, şeytanların vesveselerinden Sana sığınırım. • Onların yanımda bulunmalarından da, yâ Rabbi, Sana sığınırım. (Mü'minûn Sûresi: 97-98.)
İkinci Vecih
Budur ki: Mânâlar kalbden çıktıkları vakit, sûretlerden çıplak olarak hayale girerler; oradan sûretleri giyerler. Hayal ise, her vakit bir sebep tahtında, bir nevi sûretleri nesc eder. Ehemmiyet verdiği şeyin sûretlerini yol üstünde bırakır; hangi mânâ geçse, ya ona giydirir, ya takar, ya bulaştırır, ya perde eder. Eğer mânâlar, münezzeh ve temiz iseler, sûretler mülevves ve rezil ise, giymek yoktur; fakat, temas var. Vesveseli adam teması, telebbüsle iltibas eder. "Eyvah," der. "Kalbim ne kadar bozulmuş. Bu sefillik, bu hısset-i nefs, beni matrûd eder." Şeytan onun şu damarından çok istifade eder.
Şu yaranın merhemi şudur:
Dinle ey bîçare! Nasıl ki, senin namazın edeb-i nezîhânesinin vesîlesi olan zâhirî taharete, batnının bâtınındaki necâset ona tesir etmez ve bozmaz; öyle de, maânî-i mukaddesenin sûret-i mülevveseye mücâvereti, zarar etmez. Meselâ, sen âyât-ı İlâhiyeyi tefekkür ediyorsun. Birden, bir maraz, ya bir iştihâ, ya bevl gibi bir emr-i müheyyic, şiddetle senin hissine dokunuyor. Elbette senin hayalin, devâ-i illet ve kazâ-i hâcetin levâzımâtını görecek, bakacak; onlara münâsip süflî sûretleri nesc edecek; ve gelen mânâlar ortalarından geçecekler. Geçeceklere ne beis vardır, ne televvüs var ve ne zarar var ve ne hatar var. Yalnız hatar ise, hasr-ı nazardır, zann-ı zarardır.
Üçüncü Vecih
Budur ki: Eşya mâbeynlerinde, bâzı münâsebât-ı hafiye bulunur. Hattâ, hiç ümit etmediğin şeyler içinde, münâsebet ipleri bulunur. Ya bizzat bulunur; veya senin hayalin, meşgul olduğu san'ata göre o ipleri yapmış, onları birbiriyle bağlamış. Şu sırr-ı münâsebettendir ki, bâzan bir mukaddes şeyi görmek, bir mülevves şeyi hatıra getirir. Fenn-i beyânda beyân olunduğu gibi, "Hariçte uzaklık sebebi olan zıddıyet ise, hayalde sebeb-i kurbiyettir." Yani, iki zıddın sûretlerinin cem'ine vâsıta, bir münâsebet-i hayaliyedir. Bu münâsebetle gelen tahattura, tedâi-yi efkâr tâbir edilir. Meselâ, sen namazda münâcâtta, Kâbe karşısında, huzûr-u İlâhîde iken, âyâtı tefekkürde olduğun bir halde, şu tedâi-yi efkâr, seni tutup en uzak mâlâyâniyât-ı rezîleye sevk eder.
Senin başın, böyle bir tedâi-yi efkâra mübtelâ ise, sakın telaş etme; belki, intibâha geldiği anda dön. "Aman ne kusur ettim," deyip, tetkikle meşgul olup durma; tâ o zayıf münâsebet, senin dikkatinle kuvvet peydâ etmesin. Zîrâ teessür gösterdikçe, ehemmiyet verdikçe, senin o zayıf tahatturun melekeye döner, bir maraz-ı hayalî olur. Korkma, maraz-ı kalbî değil. Şu nevi tahattur ise, gâliben ihtiyârsızdır; hususan, hassas asabîlerde daha gâliptir. Şeytan, şu nevi vesvesenin mâdenini çok işlettirir.
Şu yaranın merhemi şudur ki:
Tedâi-yi efkâr, gâliben, ihtiyârsızdır. Onda mesûliyet yoktur. Hem, tedâide mücâveret var, temas ve ihtilât yoktur. Onun için, efkârın keyfiyetleri, birbirine sirâyet etmez, birbirine zarar vermez. Nasıl ki, şeytan ile melek-i ilham, kalb taraflarında mücâveretleri var ve füccâr ve ebrârın karâbetleri ve bir meskende durmaları, zarar vermez; öyle de, tedâi-yi efkâr sâikasıyla, istemediğin pis hayalât gelip nezîh efkârın içine girse, zarar vermez. Meğer, kasden olsa veya zarar zannıyla, onunla ziyâde meşgul olsa. Hem, bâzan kalb yoruluyor; fikir, kendini eğlendirmek için rastgele bir şeyle meşgul olur. Şeytan fırsat bulur. Pis şeyleri önüne serpiyor, sürüyor.
Dördüncü Vecih
Amelin en iyi sûretini taharrîden neş'et eden bir vesvesedir ki; takvâ zannıyla teşeddüd ettikçe, hal ona şiddetlenir, hattâ bir dereceye varır ki, o adam, amelin daha evlâsını ararken, harama düşer. Bâzan bir sünnetin araması, bir vâcibi terk ettiriyor. "Acaba amelim sahih oldu mu?" der, iâde eder. Bu hal devam eder. Gayet ye'se düşer. Şeytan şu halinden istifade eder, onu yaralar. Şu yaranın iki merhemi var.
Birinci merhem: Bu gibi vesvese, ehl-i îtizâle lâyıktır. Çünkü, onlar derler: "Medâr-ı teklif olan ef'âl ve eşya, kendi zâtında, âhiret itibâriyle, ya hüsnü var, sonra o hüsne binâen emredilmiş; veya kubhu var, sonra ona binâen nehyedilmiş. Demek eşyada, âhiret ve hakikat nokta-i nazarında olan hüsün ve kubh, zâtîdir; emir ve nehy-i İlâhî ona tâbidir." Bu mezhebe göre, insan her işlediği amelde şöyle bir vesvese gelir: "Acaba amelim nefsü'l-emirdeki güzel sûrette yapılmış mıdır?"
Ammâ mezheb-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat derler ki: "Cenâb-ı Hak bir şeye emreder, sonra hasen olur; nehyeder, sonra kabih olur." Demek, emir ile, güzellik; nehiy ile, çirkinlik tahakkuk eder. Hüsün ve kubh, mükellefin ıttılâına bakar ve ona göre takarrür eder. Şu hüsün ve kubh ise, sûrî ve dünyaya bakan yüzünde değil, belki âhirete bakan yüzdedir. Meselâ, sen namaz kıldın veya abdest aldın. Halbuki, namazını ve abdestini fesada verecek bir sebep, nefsü'l-emirde varmış lâkin, sen ona hiç muttalî olmadın. Senin namazın ve abdestin hem sahihtir, hem hasendir. Mûtezile der: "Hakikatte kabih ve fâsiddir. Lâkin senden kabul edilir. Çünkü cehlin var, bilmedin ve özrün var." Öyle ise Ehl-i Sünnet mezhebine göre, zâhir-i şeriata muvâfık olarak işlediğin ameline, "Acaba sahih olmuş mu?" deyip, vesvese etme. Fakat, "Kabul olmuş mu?" de; gururlanma, ucb'a girme.
İkinci Merhem: Dinde, harec yoktur. -1- Mâdem dört mezheb haktır. Mâdem istiğfara müncer olan derk-i kusur ise gurura müncer olan hüsn-ü amelin rü'yetine-böyle vesveseli adama-müreccahtır; yani böyle vesveseli adam, amelini güzel görüp gurura düşmektense, amelini kusurlu görse, istiğfar etse, daha evlâdır.
Mâdem böyledir, sen vesveseyi at, şeytana de ki: "Şu hal, bir harecdir. Hakikat-i hale muttalî olmak güçtür. Dindeki yüsr'e münâfidir. -2- esâsına muhâliftir. Elbette, böyle amelim, bir mezheb-i hakka muvâfık gelir. O bana kâfidir. Hem, lâakal ben aczimi itiraf ederek ibâdeti lâyık-ı vech ile edâ edemediğimden, istiğfar ve tazarrû ile merhamet-i İlâhiyeye dehâlet edip, kusurum affolunmak, kusurlu amelim kabul olunmak için mütezellilâne bir niyaza vesîledir."
1- Din kolaylıktır. (Keşfü'l-Hafâ, c. 1., s. 414; Kenzü'l-Ummâl, 3:33, 36, 47; Buhârî, İmân: 29.)
2- Dinde zorluk, sıkıntı yoktur. (âyet ve hadîslerden iktibas dinî bir kâide.) • Din kolaylıktır
Beşinci Vecih
Mesâil-i imâniyede şüphe sûretinde gelen vesvesedir. Bîçare vesveseli adam, bâzan tahayyülü, taakkul ile iltibas eder. Yani, hayale gelen bir şüpheyi, akla girmiş bir şüphe tevehhüm edip, itikadına halel gelmiş zanneder. Hem, bâzan tevehhüm ettiği bir şüpheyi, imâna zarar veren bir şek zanneder. Hem, bâzan tasavvur ettiği bir şüpheyi, tasdik-i aklîye girmiş bir şüphe zanneder. Hem, bâzan bir emr-i küfrîde tefekkürü, küfür zanneder; yani dalâletin esbâbını anlamak sûretinde kuvve-i müfekkirenin cevelânını ve tetkikatını ve bîtarafâne muhâkemesini, hilâf-ı İmân zanneder. İşte telkinât-ı şeytâniyenin eseri olan şu zanlardan ürkerek, "Eyvah, kalbim bozulmuş, itikadıma halel gelmiş" der. O haller, gâliben ihtiyârsız olduğundan, cüz-i ihtiyârîsiyle ıslah edemediğinden yeise düşer. Bu yaranın merhemi şudur ki:
Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi, tevehhüm-ü küfür dahi, küfür değildir. Tasavvur-u dalâlet, dalâlet olmadığı gibi, tefekkür-ü dalâlet dahi, dalâlet değildir. Çünkü, hem tahayyül, hem tevehhüm, hem tasavvur, hem tefekkür, tasdik-i aklîden ve iz'ân-ı kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar. Onlar bir derece serbesttirler, cüz-i ihtiyâriyeyi pek dinlemiyorlar, teklif-i dinî altına çok giremiyorlar. Tasdik ve iz'an, öyle değiller; bir mîzana tâbidirler.
Hem, tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür, nasıl ki tasdik ve iz'an değiller; öyle de, şüphe ve tereddüt sayılmazlar. Fakat, eğer lüzumsuz tekrar ede ede müstekar bir hale gelse, o vakit, hakiki bir nevi şüphe ondan tevellüd edebilir.
Hem, bîtarafâne muhâkeme nâmiyle veya insaf nâmına deyip, şıkk-ı muhâlifi iltizam ede ede tâ öyle bir hale gelir ki, ihtiyârsız, taraf-ı muhâlifi iltizam eder; ona vâcib olan hakkın iltizâmı kırılır. O da tehlikeye düşer; hasmın veya şeytanın bir vekil-i fuzûlîsi olacak bir hâlet, zihninde takarrür eder.
Şu nevi vesvesenin en mühimi budur ki: Vesveseli adam, imkân-ı zâtî ile imkân-ı zihnîyi birbirine iltibas eder. Yani, birşeyi zâtında mümkün görse, o şeyi zihnen dahi mümkün ve aklen meşkuk tevehhüm eder. Halbuki, ilm-i kelâmın kaidelerindendir ki; imkân-ı zâtî ise, yakîn-i ilmîye münâfi değil ve zarûret-i zihniyeye zıddiyeti yoktur. Meselâ, şu dakikada Karadeniz'in yere batması, zâtında mümkündür ve o imkân-ı zâtî ile muhtemeldir. Halbuki, yakînen o denizin yerinde olduğunu hükmediyoruz, şüphesiz biliyoruz; ve o ihtimâl-i imkânî ve imkân-ı zâtî, bize şek vermez, bir şüphe getirmez, yakînimizi bozmaz. Meselâ, şu güneş, zâtında mümkündür ki, bugün gurûb etmesin veya yarın tulû etmesin. Halbuki, bu imkân, yakînimize zarar vermez, şüphe getirmez.
İşte bunun gibi, meselâ, hakâik-ı imâniyeden olan hayat-ı dünyeviyenin gurûbuna ve hayat-ı uhreviyenin tulûuna imkân-ı zâtî cihetinde gelen vehimler, yakîn-i imânîye zarar vermez.
Hem, yani, "Bir delilden neş'et etmeyen bir ihtimâlin hiç ehemmiyeti yoktur" olan kaide-i meşhure, hem usûlü'd-din, hem usûlü'l-fıkhın kaide-i mukarreresindendir.
Eğer desen: "Bu derece mü'minlere muzır ve müz'ic olan vesvese, ne hikmete binâen bize belâ olmuş?"
Elcevap: İfrata varmamak, hem galebe çalmamak şartıyla, asl-ı vesvese teyakkuza sebeptir, taharrîye dâîdir, ciddiyete vesîledir; lâkaydlığı atar, tehâvünü def' eder. Onun için, Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı imtihanda, şu meydan-ı müsâbakada, bize kamçı-yı teşvik olarak, vesveseyi şeytanın eline vermiş, beşerin başına vuruyor. Şâyet ziyâde incitse, Hakîm-i Rahîme şekvâ etmeli, * demeli.
* Rahmetten kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım. (Buhârî, Bed'ul Halk: 11, Edeb: 76.; Müslim, Birr: 109; Ebû Dâvud, Salât: 18; Tirmizî, Mevakît: 65.)