İslam Ansiklopedisi - Namaz ve Biz - sozler24
   
Menü
  Ana Sayfa
  İletişim
  Yorum Ve Görüşleriniz
  Burdayiz
  Bize Destek Olun
  DOSTLARIMIZ
  Anket
  Ahir Zaman
  Al-i İmran Suresi
  Allah'tan Korkmak
  Allah'ın 99 İsmi
  A'raf Suresi
  Ashab-i Kehf
  Bakara Suresi
  BAS ÖRTÜSÜ
  Bediuzzaman Said Nursi
  Berat Kandili
  Büyük Günahlar
  Cennet Ve Cehennem
  Cinler
  Dinimiz
  Din Eğitiminde İnsanın Merkezileşmesi
  Din Ve İnsan
  El Zinasi
  Esmâül Hüsnâ
  Evreni Allah Yarattı
  Evrenin Ölümünün Ardından
  Esmaül Hüsnanin Önemi
  Esma-i Hüsnâ'dan Esintiler
  Esnaül Hüsna Faziletleri - Faydalari
  Esmaül Hüsna (Geniş Anlamlı)
  Esmaül Hüsna Zikirleri
  Filistine Destek İHH
  Filistine Destek K.Y.M
  Kiyamete Dogru
  Günün Konusu
  Site Haritasi
  Soru Cevap
  Şiirler
  Risale-i Nur
  Resim Galerisi
  İlahi Oku
  Peygamberlerimiz
  Gusül Ve Abdest
  Islamda Kadın ve Erkek
  Mezhebler
  Mucizeler
  ViDEOLAR
  SiiR
  Namaz Hakkında
  Namazın Edebi
  Namaz Vakitleri
  Namaz ve Sağlık
  Namazlar ve Niyet
  54 FARZ
  Zina Ve Çeşitleri
  Zinanin Kötülüğü
  Zina Ve Dünyevi Azabi
  Zinanin Uhrevi Azabi
  Göz Zinasi
  Göz Zinasi 2
  Gıybet
  Zulüm
  Kibir
  Kızmak
  Şehvet
  Haram ve Şüpheli Yemek
  Kur'an Ve Önemi
  Yunus Suresi
  Fil Suresi
  Kureyş Suresi
  Kuranin Önemi
  Kur'anin İnişi
  İnsan
  İbadetin Önemi
  Nefis
  Ölüm
  Oruç Ve Çeşitleri
  Oruçlarda Niyetin Vakti
  Orucu Bozan Şeyler
  Farz Oruçlar
  Oruç Çeşitleri
  Mübarek Aylar,Günler ve Geceler
  Kadir Gecesi
  Recep Ayı
  Regaib Gecesi
  Miraç Kandili
  Şaban Ayı
  Ramazan Ayı
  Şevval Ayı
  Kurban ve Kurban Bayrami
  Muharrem Ayı ve Aşure Günü
  Kutlu Doğum ve Mevlid Kandili
  Kıyamet
  Kıyamet Günü 1
  Kıyamet Günü 2
  Kıyamet Günü 3
  Hz. Mehdi
  İlahiler
  Karışık İlahi
 
  Esmaül Hüsna Esintisi Dergisi
  Ilk Müslümanlar
  Islam Tarihimiz
  Resimli Namaz Anlatimi
  Islam Alimleri
  Kabe
  Nasihatlar
  HlCRET
  Kuran Ögreniyorum
  DuaIar
  Ahlak Bilgileri
  Besmele Kampanyasi
  Tevhidisohbet
  Sahabaler
  Hadisler
  Osmanli Padisahlari
  Türkiye il ve ilçeler
  İl İl Namaz Vakitleri
  il il imsakiye - İftar Vakitleri
  Güzel Sözler
  Dursun Ali Erzincanlı
  Şifali Bitkiler
  ilmihal
  Unutulan Sünnetler
  İslami Resimler
  Salavat
  Bilim
  Ramazana Özel
  Kuran-ı Kerim Türkçe Meali
 
  Bediüzzaman Said Nursi Hayati
  Sözler
  Mektubat
  Lemalar
  Şualar
  Hür Adam Bediuzzaman Said Nursi - Fragman
 
  Atatürk
  Ödevler
 
  Teknoloji
 
  Google
  Faydalı Siteler
 
  Facebook
  Reklam

 



"O, yaratan, var eden, şekil veren Allah'tır. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanlar O'nun şanını yüceltmektedirler. O, galiptir, hikmet sahibidir.(Haşr-24)"

 
ALLAH
(Uluhiyete mahsus sıfatların hepsini kendinde toplayan İsm-i Azam)

RAHMÂN
(Bütün yaratılmışlar hakkında hayır ve merhameti tercih eden)

RAHÎM
(Çok merhamet eden, nimet veren)

MELİK
(Bütün kainatın tek sahibi ve mutlak hükümdarı)

KUDDÛS
(Hatadan, gafletten ve her eksiklikten münezzeh)

SELÂM
(Esenlik veren, kullarını selamete çıkaran)

MÜ'MİN
(Gönüllere iman ışığını veren, vaadine güvenilen)

MÜHEYMİN
(Kainatın bütün işlerini gözetip yöneten)

AZÎZ
(Yenilmeyen yegane galip)

CEBBÂR
(İradesini her durumda yürüten, dilediğini zorla yaptırmaya muktedir olan)

MÜTEKEBBİR
(Her şeyde büyüklüğünü gösteren)

HÂLIK
(Büyün mevcudatı takdirine uygun şekilde yaratan)

BÂRİ'
(Bir model olmaksızın canlıları yaratan)

MUSAVVİR
(Her şeye şekil ve özellik veren)

GAFFÂR
(Daima affeden, tekrarlanan günahları bağışlayan)

KAHHÂR
(Her şeye her istediğini yapacak şekilde galip ve hakim)

VEHHÂB
(Karşılık beklemeden bol bol veren)

REZZÂK
(Bedenlerin ve ruhların gıdasını yaratıp veren)

FETTÂH
(Zorlukları kolaylaştıran ve iyilik kapılarını açan)

ALÎM
(Herşeyi çok iyi bilen)

KÂBID
(Rızkı tutan, canlıların ruhunu alan)

BÂSIT
(Rızkı genişleten, ruhları bedenlerine yayan)

HÂFID
(Alçaltan, zillete düşüren)

RÂFİ'
(Yukarı kaldıran, yükselten)

MUİZ
(Yücelten, izzet ve şeref veren)

MÜZİL
(Alçaltan, zillet veren)

SEMİ'
(Her şeyi işiten)

BASÎR
(Her şeyi gören)

HAKEM
(Son hükmü veren)

ADL
(Mutlak adalet sahibi, çok adaletli)

LATÎF
(Yaratılmışların ihtiyacını en ince noktasına kadar bilip, sezilmez yollarla karşılayan)

HABÎR
(Her şeyin iç yüzünden haberdar olan)

HALÎM
(Acele ile ve kızgınlıkla muamele etmeyen)

AZÎM
(Zatının ve sıfatlarının mahiyeti anlaşılamayacak kadar ulu)

GAFÛR
(Bütün günahları bağışlayan)

ŞEKÛR
(Az iyiliğe çok mükafat veren)

ALÎ
(İzzet, şeref ve hükümranlik bakımından en yüce, aşkın)

KEBÎR
(Zatının ve sıfatlarının mahiyeti anlaşılamayacak kadar ulu)

HAFÎZ
(Koruyup gözeten ve dengede tutan)

MUKÎT
(Bedenlerin ve ruhların gıdasını yaratip veren, bilip gücü yeten ve koruyan)

HASÎB
(Kullarının her yaptığını bilen, onları hesaba çeken)

CELÎL
(Azamet sahibi)

KERÎM
(Lütuf ve keremi çok bol ve çok geniş)

RAKÎB
(Büyün varlığı gözetleyip, kontrol eden)

MÜCÎB
(Dualara karşılık veren)

VÂSİ'
(İlmi ve merhameti herşeyi kuşatan)

HAKÎM
(Bütün emirleri ve işleri hikmetli olan)

VEDÛD
(Kullarını çok seven, sevilmeye gerçekten layık olan)

MECÎD

Türkiye'nin En Büyük
İslam Ansiklopedisi
Olma Yolunda Hızla Gelişen Bir Sitedir.
İslam Ansiklopedisi 2008 - 2021 ©
Yirmi Dördüncü Söz

 

Şu Söz "Beş Dal"dır. Dördüncü Dala dikkat et. Beşinci Dala yapış çık, meyvelerini kopar, al.

-1-

 

-2-

 

Şu âyet-i celîlenin şecere-i nurâniyesinin çok hakikatlerinden bir hakikatinin Beş Dalına işaret ederiz.

Birinci Dal

Nasıl ki, bir sultanın kendi hükümetinin dairelerinde ayrı ayrı unvanları ve raiyyetinin tabakalarında başka başka nâm ve vasıfları ve saltanatının mertebelerinde çeşit çeşit isim ve alâmetleri vardır: meselâ, adliye dairesinde hâkim-i âdil ve mülkiyede sultan ve askeriyede kumandan-ı âzam ve ilmiyede halîfe. Daha buna kıyasen sâir isim ve unvanlarını bilsen anlarsın ki; bir tek padişah, saltanatının dairelerinde ve tabaka-i hükümet mertebelerinde bin isim ve unvâna sahip olabilir. Güyâ o hâkim, her bir dairede, şahsiyet-i mâneviye haysiyetiyle ve telefonuyla mevcut ve hazırdır, bulunur ve bilir. Ve her tabakada kanunuyla, nizâmıyla, mümessiliyle meşhut ve nâzırdır, görünür, görür. Ve her bir mertebede, perde arkasında, hükmüyle, ilmiyle, kuvvetiyle, mutasarrıf ve basîrdir, idare eder, bakar.

Öyle de Ezel-Ebed Sultanı olan Rabbü'l-âlemîn için, rubûbiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şen ve nâmları; ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve nişanları; ve haşmetnümâ icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer temsil ve cilveleri; ve kudretinin tasarrufâtında başka başka, fakat birbirini ihsâs eder ünvanları var. Ve sıfatlarının tecelliyâtında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhurâtı var. Ve ef'âlinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmâl eder hikmetli tasarrufâtı var. Ve rengârenk sanatında ve mütenevvi' masnuâtında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşâ eder haşmetli rubûbiyâtı vardır.

 


 

1- Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.

2- O Allah ki, Ondan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. En güzel isimler Onundur. (Tâhâ Sûresi: 8.) 

Bununla beraber, kâinatın her bir âleminde, her bir tâifesinde, Esmâ-i Hüsnâdan bir ismin ünvânı tecellî eder. O isim, o dairede hâkimdir; başka isimler orada ona tâbidirler, belki onun zımnında bulunurlar.

Hem mahlûkatın her bir tabakasında az ve çok, küçük ve büyük, has ve âmm her birisinde, has bir tecellî, has bir rubûbiyet, has bir isimle cilvesi vardır. Yani, o isim her şeye muhît ve âmm olduğu halde, öyle bir kasd ve ehemmiyetle bir şeye teveccüh eder; güyâ o isim yalnız o şeye hastır.

Hem, bununla beraber, Halık-ı Zülcelâl her şeye yakın olduğu halde, yetmiş bine yakın nurânî perdeleri vardır. Meselâ, sana tecellî eden Halık isminin mahlûkiyetindeki cüzî mertebesinden tut, tâ bütün kâinatın Halıkı olan mertebe-i kübrâ ve ünvân-ı âzama kadar ne kadar perdeler bulunduğunu kıyas edebilirsin. Demek bütün kâinatı arkada bırakmak şartıyla, mahlûkıyetin kapısından Halık isminin müntehâsına yetişirsin, daire-i sıfâta yanaşırsın.

Mâdem perdelerin birbirine temâşâ eder pencereleri var; ve isimler birbiri içinde görünüyor; ve şuûnât birbirine bakar; ve temessülât birbiri içine girer; ve ünvanlar birbirini ihsâs eder; ve zuhurât birbirine benzer; ve tasarrufât birbirine yardım edip itmâm eder; ve Rubûbiyetin mütenevvi' terbiyeleri birbirine imdat edip muâvenet eder; elbette gerektir ki, Cenâb-ı Hakkı bir isim, bir ünvan ile, bir rubûbiyetle ve hâkezâ, tanısa, başka ünvanları, rubûbiyetleri, şenleri, içinde inkâr etmesin. Belki, her bir ismin cilvesinden sâir esmâya intikal etmezse, zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Halık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dal düşebilir. Belki, lâzım gelir ki, onun nazarı dâimâ karşısında -1- okusun, görsün. Onun kulağı her şeyden -2- dinlesin, işitsin. Onun lisânı -3- desin, ilân etsin.

İşte, Kur'ân-ı Mübîn, -4- fermanıyla, zikrettiğimiz hakikatlere işaret eder. Eğer o yüksek hakikatleri yakından temâşâ etmek istersen, git fırtınalı bir denizden, zelzeleli bir zeminden sor, "Ne diyorsunuz?" de; elbette, "Yâ Celîl, yâ Celîl, yâ Azîz, yâ Cebbâr" dediklerini işiteceksin. Sonra, deniz içinde ve zemin yüzünde merhamet ve şefkatle terbiye edilen küçük hayvanâttan ve yavrulardan sor, "Ne diyorsunuz?" de; elbette "Yâ Cemîl, yâ Cemîl, yâ Rahîm, yâ Rahîm" diyecekler. Haşiye


 

Haşiye: Hattâ bir gün kedilere baktım; yalnız yemeklerini yediler, oynadılar yattılar. Hatırıma geldi, "Nasıl bu vazifesiz canavarcıklara mübârek denilir?" Sonra gece yatmak için uzandım. Baktım, o kedilerden birisi geldi, yastığıma dayandı, ağzını kulağıma getirdi. Sarîh bir sûrette, "Yâ Rahîm, yâ Rahîm, yâ Rahîm, yâ Rahîm" diyerek, güyâ hatırıma gelen îtirazı ve tahkiri, tâifesi nâmına reddedip yüzüme çarptı. Aklıma geldi, "Acaba şu zikir bu ferde mi mahsustur, yoksa tâifesine mi âmmdır? Ve işitmek yalnız benim gibi haksız bir mûterize mi münhasırdır, yoksa herkes dikkat etse bir derece işitebilir mi?" Sonra sabahleyin başka kedileri dinledim. Çendan onun gibi sarîh değil, fakat mütefâvit derecede aynı zikri tekrar ediyorlar. Bidâyette hır hırları arkasında "Yâ Rahîm" fark edilir. Git gide hır hırları, mırmırları aynı "Yâ Rahîm" olur. Mahreçsiz, fasîh bir zikr-i hazin olur. Ağzını kapar, güzel "Yâ Rahîm" çeker. Yanına gelen ihvanlara hikâye ettim. Onlar dahi dikkat ettiler, "Bir derece işitiyoruz" dediler. Sonra kalbime geldi, "Acaba şu ismin vech-i tahsîsi nedir ve ne için insan şivesiyle zikrederler, hayvan lisâniyle etmiyorlar?" Kalbime geldi, şu hayvanlar çocuk gibi çok nazdar ve nâzik ve insana karışık bir arkadaş olduğundan, çok şefkat ve merhamete muhtaçtırlar. Okşandığı vakit hoşlarına giden taltifleri gördükleri zaman, o nimete bir hamd olarak, kelbin hilâfına olarak, esbâbı bırakıp yalnız kendi Hâlık-ı Rahîminin rahmetini kendi âleminde ilân ile, nevm-i gaflette olan insanları ikaz ve "Yâ Rahîm" nidâsıyla, kimden meded gelir ve kimden rahmet beklenir, esbâbperestlere ihtar ediyorlar.

 


 

1- O, o Allah'tır.

2- De ki: O Allah birdir. (İhlâs Sûresi: 1.)

3- Bütün âlem, beraber "Lâ ilâhe illâ Hu" diyor.

4- O Allah ki, Ondan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. En güzel isimler Onundur. (Tâhâ Sûresi: 8.)

Semâyı dinle; nasıl "Yâ Celîl-i Zülcemâl" diyor. Ve arza kulak ver; nasıl "Yâ Cemîl-i Zülcelâl" diyor. Ve hayvanlara dikkat et; nasıl "Yâ Rahmân, yâ Rezzâk" diyorlar. Bahardan sor; bak nasıl, "Yâ Hannân, yâ Rahmân, yâ Rahîm, yâ Kerîm, yâ Latîf, yâ Atûf, yâ Musavvir, yâ Münevvir, yâ Muhsin, yâ Müzeyyin" gibi çok esmâyı işiteceksin. Ve insan olan bir insandan sor; bak nasıl bütün Esmâ-i Hüsnâyı okuyor ve cephesinde yazılı. Sen de dikkat etsen, okuyabilirsin. Güyâ, kâinat azîm bir mûsıka-i zikriyedir; en küçük nağme, en gür nağamâta karışmakla, haşmetli bir letâfet veriyor. Ve hâkezâ, kıyas et.

Fakat, çendan insan bütün esmâya mazhardır; fakat kâinatın tenevvüünü ve melâikenin ihtilâf-ı ibâdâtını intâc eden tenevvü-ü esmâ, insanların dahi bir derece tenevvüüne sebep olmuştur. Enbiyânın ayrı ayrı şeriatları, evliyânın başka başka tarîkatleri, asfiyânın çeşit çeşit meşrebleri şu sırdan neşet etmiştir. Meselâ İsâ Aleyhisselâm; sâir esmâ ile beraber Kadîr ismi onda daha gâliptir. Ehl-i aşkta Vedûd ismi ve ehl-i tefekkürde Hakîm ismi daha ziyâde hâkimdir.

İşte, nasıl eğer bir adam hem hoca, hem zâbit, hem adliye kâtibi, hem mülkiye müfettişi olsa, onun her bir dairede birer nispeti, birer vazifesi, birer hizmeti, birer maaşı, birer mesûliyeti, birer terakkiyâtı ve muvaffakiyetsizliğine sebep birer düşman ve râkipleri oluyor; ve padişaha karşı çok ünvanlarla görünüyor ve görür; ve çok lisânlarla ondan meded ister; ve âmirinin çok ünvanlarına mürâcaat eder; ve düşmanların şerrinden kurtulmak için muâvenetini çok sûretlerle talep eder.

Öyle de, çok Esmâya mazhar ve çok vazifelerle mükellef ve çok düşmanlara mübtelâ olan insan, münâcâtında, istiâzesinde çok isimleri zikreder. Nasıl ki, nev-i insanın medâr-ı fahrı ve elhak en hakiki insan-ı kâmil olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, Cevşenü'l-Kebîr nâmındaki münâcâtında bin bir ismiyle duâ ediyor, ateşten istiâze ediyor.

İşte şu sırdandır ki, sûre-i 'ta üç ünvan ile istiâzeyi emrediyor ve Bismillâhirrahmânirrahîm'de, üç ismiyle istiâneyi gösteriyor.

 


 

De ki: Sığınırım insanların Rabbine. • İnsanların mâlikine • İnsanların ilâhına • İnsanların kalbine vesvese verenlerin şerrinden. (Nâs Sûresi: 1-4.) 

İkinci Dal

Çok esrârın anahtarlarını tazammun eden iki sırrı beyân eder.

Birinci Sır: "Evliyâ, niçin usûl-ü imâniyede ittifak ettikleri halde, meşhudâtlarında, keşfiyâtlarında çok tehâlüf ediyorlar? Şuhud derecesinde olan keşifleri bâzan hilâf-ı vâki' ve muhâlif-i hak çıkıyor. Hem, niçin ehl-i fikir ve nazar, her biri katî bürhan ile hak telâkkî ettikleri efkârlarında birbirine mütenâkız bir sûrette hakikati görüyorlar ve gösteriyorlar? Bir hakikat niçin çok renklere giriyor?"

İkinci Sır: "Enbiyâ-i sâlife, niçin haşr-i cismânî gibi bir kısım erkân-ı imâniyeyi bir derece mücmel bırakmışlar, Kur'ân gibi tafsilât vermemişler? Sonra, ümmetlerinden bir kısmı, ileride o mücmel olan erkânı inkâra kadar gitmişler. Hem, niçin hakiki ârif olan evliyânın bir kısmı yalnız tevhidde ileri gitmişler, hattâ derece-i hakkalyakîne kadar gittikleri halde, bir kısım erkân-ı imâniye, onların meşreplerinde pek az ve mücmel bir sûrette görünüyor? Hattâ, onun içindir ki, onlara tebâiyet edenler, ileride o erkân-ı imâniyeye lâzım olan ehemmiyeti vermemişler, hattâ bâzıları sapmışlar. Mâdem bütün erkân-ı imâniyenin inkişafıyla hakiki kemâl bulunur; niçin ehl-i hakikat bâzısında çok ileri ve bir kısmında çok geri kalmışlar? Halbuki, bütün esmânın mertebe-i âzamlarının mazharı ve bütün enbiyânın serveri olan Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ve bütün kütüb-ü mukaddesenin reis-i enveri olan Kur'ân-ı Hakîm, bütün erkân-ı imâniyeyi vâzıh bir sûrette, pek ciddî bir ifadede ve kasdî bir tarzda tafsil etmişlerdir."

Evet; çünkü, hakikatte hakiki kemâl-i etemm öyledir. İşte şu esrârın hikmeti şudur ki:

İnsan, çendan bütün esmâya mazhar ve bütün kemâlâta müstaiddir; lâkin, iktidarı cüzî, ihtiyârı cüzî, istidadı muhtelif, arzuları mütefâvit olduğu halde, binler perdeler, berzahlar içinde hakikati taharrî eder. Onun için, hakikatin keşfinde ve hakkın şuhudunda berzahlar ortaya düşüyor. Bâzılar berzahtan geçemiyorlar. Kabiliyetler başka başka oluyor. Bâzıların kabiliyeti bâzı erkân-ı imâniyenin inkişafına menşe' olamıyor. Hem, esmânın cilvelerinin renkleri, mazhara göre tenevvü' ediyor, ayrı ayrı oluyor. Bâzı mazhar olan zât, bir ismin tam cilvesine medâr olamıyor. Hem, külliyet ve cüz'iyet ve zılliyet ve asliyet itibâriyle, cilve-i esmâ, başka başka sûret alıyor. Bâzı istidad cüz'iyetten geçemiyor ve gölgeden çıkamıyor. Ve istidada göre, bâzan bir isim gâlip oluyor, yalnız kendi hükmünü icrâ ediyor, o istidadda onun hükmü hükümran oluyor. İşte, şu derin sırra ve şu geniş hikmete esrarlı, geniş ve hakikat ile bir derece karışık bir temsille bâzı işaretler ederiz.

Meselâ, Zühre nâmiyle nakışlı bir çiçek ve kamere âşık hayatlı bir Katre ve güneşe bakan safvetli bir Reşha'yı farz ediyoruz ki, her birisinin bir şuuru, bir kemâli var ve o kemâle bir iştiyâkı bulunuyor. Şu üç şey de çok hakikatlere işaret etmekle beraber nefis ve akıl ve kalbin sülûklarına işaret eder ve üç tabaka ehl-i hakikate misâldir. Haşiye

Birincisi ehl-i fikir, ehl-i velâyet, ehl-i nübüvvetin işârâtıdır.

İkincisi, cismânî cihazât ile kemâline say edip hakikate gidenleri; ve nefsin tezkiyesiyle ve aklın istimâliyle mücâhede etmekle hakikate gidenleri; ve kalbin tasfiyesiyle ve İmân ve teslimiyetle hakikate gidenlerin misâlleridir.

Üçüncüsü enâniyeti bırakmayan ve âsâra dalan ve yalnız istidlâliyle hakikate giden ve ilim ve hikmetle ve akıl ve mârifetle hakikati aramaya giden ve İmân ve Kur'ân'la, fakr ve ubûdiyetle hakikate çabuk giden ayrı ayrı istidadda bulunan üç tâifenin hikmet-i ihtilâflarına işaret eden temsillerdir.

İşte şu üç tabakanın terakkiyâtındaki sırrı ve geniş hikmeti, Zühre, Katre, Reşha ünvanları altında, bir temsil ile bir derece göstereceğiz.

Meselâ, güneşin kendi Halıkının izniyle ve emriyle üç çeşit tecellîsi ve in'ikâsı ve ifâzası var. Birisi çiçeklere, birisi kamere ve seyyârelere, birisi şişe ve su gibi parlaklara verdiği ayrı ayrı in'ikâslarıdır.

Birincisi üç tarzdadır:

Biri, küllî ve umumi bir tecellî ve in'ikâsdır ki, bütün çiçeklere birden ifâzasıdır.

Biri de has bir tecellîdir ki, her bir neve göre bir hususi in'ikâsı vardır.

Biri de cüzî bir tecellîdir ki, her bir çiçeğin şahsiyetine göre bir ifâzasıdır. Şu temsilimiz, o kavle göredir ki, çiçeklerin süslü renkleri güneşin ziyâsındaki yedi rengin istihâle-i in'ikâsiyesinden neşet ediyor; ve bu kavle göre, çiçekler dahi güneşin bir çeşit aynalarıdır.

İkincisi, güneşin kamere ve seyyârelere, Fâtır-ı Hakîmin izniyle verdiği nur ve feyizdir. Şu küllî ve geniş feyiz ve nurdan sonra Kamer, o ziyânın gölgesi hükmünde olan nuru güneşten küllî bir sûrette istifade eder. Sonra hususi bir tarzda denizlere ve havaya ve parlak toprağa ve bir sûret-i cüz'iyede denizin kabarcıklarına ve toprağın şeffaflarına ve havanın zerrelerine ifade ve ifâzasıdır.

Üçüncüsü, güneşin, emr-i İlâhî ile cevv-i havayı ve denizlerin yüzlerini birer ayna ederek, sâfî ve küllî ve gölgesiz bir in'ikâsı var. Sonra o güneş, denizin kabarcıklarına ve suyun katrelerine ve havanın reşhalarına ve karın şişeciklerine, her birine birer cüzî aksi, birer küçük timsâlini veriyor

İşte, güneşin, her bir çiçeğe ve kamere mukabil bir katreye, her bir reşhaya, mezkûr üç cihette, ikişer tarîkle teveccüh ve ifâzası var.

Birinci Tarîk: Bilasâle, doğrudan doğruya, berzahsız, hicabsızdır. Şu yol, nübüvvetin tarîkını temsil eder.

Haşiye: Her tabakada dahi üç tâife var. Temsildeki üç misâl, her tabakadaki o üç tâifeye, belki dokuz tâifeye bakar. Yoksa üç tabakaya değil.

İkinci Yol: Berzahlar tavassut eder. Ayna ve mazharların kabiliyetleri şemsin cilvelerine birer renk takıyor. Şu yol ise, velâyet mesleğini temsil eder.

İşte, Zühre, Katre, Reşha, her birisi evvelki yolda diyebilirler ki, "Ben umum âlem güneşinin bir aynasıyım." Fakat ikinci yolda öyle diyemez; belki, "Ben kendi güneşimin aynasıyım, veyahut nevime tecellî eden güneşin aynasıyım" der. Çünkü, güneşi öyle tanıyor. Bütün âleme bakar bir güneşi göremiyor. Halbuki, o şahsın veyahut nevinin veya cinsinin güneşi, dar berzah içinde, mahdut bir kayıt altında ona görünüyor. Halbuki, kayıtsız, berzahsız mutlak güneşin âsârını o mukayyed güneşe veremiyor. Çünkü, bütün yeryüzünü ısıtmak, tenvir etmek, umum nebâtât, hayvanâtın hayatlarını tahrik etmek ve seyyârâtı etrafında döndürmek gibi haşmetnümâ eserleri o dar kayıt ve mahdut berzah içinde gördüğü güneşe şuhud-u kalbî ile veremiyor. Belki, o âsâr-ı acîbeyi, eğer o şuurlu farz ettiğimiz üç şey, o kayıt altında gördüğü güneşe verse de, sırf aklî ve imânî bir tarzda ve o mukayyed ayn-ı mutlak olduğunu bir teslimiyetle verebilir. Fakat o insan gibi akıllı farz ettiğimiz Zühre, Katre, Reşha, şu hükümleri, yani pek büyük âsârı güneşlerine isnad etmeleri aklîdir, şuhudî değil. Belki bâzan, hükm-ü imânîleri şuhud-u kevniyelerine müsâdeme eder, pek güçlükle inanabilirler.

İşte, hakikate dar gelen ve bâzı köşelerinde hakikatin âzâları görünen ve hakikatle karışık şu temsil içine üçümüz de girmeliyiz, üçümüz de kendimizi Zühre, Katre, Reşha farz edeceğiz. Zîrâ onlarda farz ettiğimiz şuur kâfi gelmiyor. Biz aklımızı dahi onlara katmalıyız. Yani onlar maddî güneşlerinden nasıl feyiz alıyorlar; biz de mânevî güneşimizden öyle alıyoruz, anlamalıyız.

İşte, sen, ey dünyayı unutmayan ve maddiyâta tevaggul eden ve nefsi kesâfet peydâ eden arkadaş, sen Zühre ol. Nasıl ki, o Zühre çiçeği ziyâ-i şemsten inhilâl etmiş bir renk alıyor; ve o bir renk içinde şemsin timsâlini karıştırıp kendine zînetli bir sûret giydiriyor. Zîrâ senin istidadın dahi ona benzer.

Hem, şu esbâba dalmış Eski Said gibi, mektepli feylesof ise kamere âşık olan Katre olsun ki; kamer, güneşten aldığı ziyâ zıllini ona verir ve onun göz bebeğine bir nur verir. O da, o nur ile parlar. Fakat, o Katre, o nur ile yalnız kameri görür, güneşi göremez; belki, imânıyla görebilir.

Hem, şu her şeyi doğrudan doğruya Cenâb-ı Haktan bilir, esbâbı bir perde telâkkî eder fakir adam, o da Reşha olsun. Öyle bir Reşha ki, kendi zâtında fakirdir. Hiçbir şeyi yok ki, ona dayanıp, Zühre gibi kendine güvensin. Hiçbir rengi yok ki, onunla görünsün. Başka şeyleri de tanımıyor ki, ona teveccüh etsin. Hâlis bir safveti var ki, doğrudan doğruya güneşin timsâlini gözbebeğinde saklıyor.

Şimdi mâdem biz bu üç şey yerine geçtik; kendimize bakmalıyız. Bizde ne var? Ne yapacağız? İşte bakıyoruz ki, bir Zât-ı Kerîm, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan edene perestiş eder, perestişe lâyık olana kurbiyet ister ve görmek talep eder. Öyle ise her birimiz, istidadımıza göre, o muhabbet câzibesiyle sülûk edeceğiz.

Ey Zühre-misâl! Sen gidiyorsun. Fakat çiçek olarak git. İşte gittin. Terakkî ede ede tâ bir mertebe-i külliyeye geldin. Güyâ bütün çiçeklerin hükmüne geçtin.

Halbuki, Zühre kesif bir aynadır. Onda ziyâdaki yedi renk inhilâl ve inkısâr eder; şemsin aksini gizler. Sen sevdiğin güneşin yüzünü görmekte muvaffak olamazsın. Çünkü, kayıtlı olan renkler, hususiyetler dağıtıyor; perde çekiyor, gösteremiyor. Sen, şu halde, sûretlerin, berzahların ortaya girmesiyle neşet eden firâktan kurtulamazsın. Lâkin bir şart ile kurtulabilirsin ki, sen kendi nefsinin muhabbetine dalmış olan başını kaldırasın ve nefsin mehâsini ile telezzüz ve iftihar eden nazarını çekesin, gökyüzündeki güneşin yüzüne atasın. Hem, baş aşağı celb-i rızık için toprağa bakan yüzünü, yukarıdaki şemse çeviresin. Çünkü, sen onun aynasısın. Vazifen, âyinedarlıktır. Bilsen, bilmesen, hazîne-i rahmet kapısı olan toprak tarafından senin rızkın gelecektir. Evet, nasıl bir çiçek güneşin küçücük bir aynasıdır; şu koca güneş dahi gök denizinde Şems-i Ezelînin "Nur" isminden tecellî eden bir lem'anın katre-misâl bir aynasıdır. Ey kalb-i insanî! Sen, nasıl bir güneşin aynası olduğunu, bundan bil. Bu şartı yaptıktan sonra, kemâlini bulursun. Fakat güneşi, nefsü'l-emirde nasıl ise, öyle göremezsin. O hakikati, çıplak anlamazsın. Belki, senin sıfatlarının renkleri, ona bir renk verir ve kesâfetli dürbünün bir sûret takar ve kayıtlı kabiliyetin bir kayıt altına alır.

Şimdi sen dahi, ey Katre içine giren hakîm feylesof! Senin katre-i fikrin dürbünüyle, felsefenin merdiveniyle tâ kamere kadar terakkî ettin, kamere girdin. Bak, kamer kendi zâtında kesâfetli, zulümâtlıdır; ne ziyâsı var, ne hayatı. Senin sa'yin beyhûde, ilmin faydasız gitti. Sen ye'sin zulümâtından ve kimsesizliğin vahşetinden ve ervâh-ı habîsenin iz'âcâtından ve o vahşetin dehşetinden şu şartlar ile kurtulabilirsin ki, tabiat gecesini terk edip, hakikat güneşine teveccüh etsen; ve yakînen inansan ki, şu gece nurları gündüz güneşinin ışıklarının gölgeleridir. Bu şartı yaptıktan sonra, sen, kemâlini bulursun. Fakir ve karanlıklı kamer yerine haşmetli güneşi bulursun. Fakat, sen dahi öteki arkadaşın gibi, güneşi sâfî göremezsin. Belki, senin aklın ve felsefen ünsiyet ve ülfet ettikleri perdeler arkasında ve ilim ve hikmetin nesc ettiği hicabların halfinde ve kabiliyetin verdiği bir renk içinde görebilirsin.

İşte, Reşha-misâl üçüncü arkadaşınız ki, hem fakirdir, hem renksizdir. Güneşin hararetiyle çabuk tebahhur eder, enâniyetini bırakır, buhara biner, havaya çıkar. İçindeki madde-i kesîfe, nâr-ı aşk ile ateş alır, ziyâ ile nura döner. O ziyânın cilvelerinden gelen bir şuâa yapışır, yanaşır.

Ey Reşha-misâl! Mâdem doğrudan doğruya güneşe âyinedarlık ediyorsun; sen hangi mertebede bulunsan bulun, ayn-ı şemse karşı, aynelyakîn bir tarzda, sâfî bakılacak bir delik, bir pencere bulursun. Hem, o şemsin âsâr-ı acîbesini ona vermekte müşkülât çekmeyeceksin. Ona lâyık haşmetli evsâfını tereddütsüz verebilirsin. Saltanat-ı zâtiyesinin dehşetli âsârını ona vermekte hiçbir şey senin elinden tutup ondan vazgeçiremez. Seni ne berzahların darlığı, ne kabiliyetlerin kaydı, ne aynaların küçüklüğü seni şaşırtmaz, hilâf-ı hakikate sevk etmez. Çünkü sen, sâfî, hâlis, doğrudan doğruya ona baktığın için, anlamışsın ki, mazharlarda görünen ve aynalarda müşâhede olunan, güneş değil, belki bir nevi cilveleridir, bir çeşit renkli akisleridir.

Çendan o akisler onun ünvanlarıdır; fakat, bütün âsâr-ı haşmetini gösteremiyorlar.

İşte, şu hakikatle karışık temsilde, böyle başka başka üç tarîk ile kemâle gidilir. Ve o kemâlâtın mezâyâsında ve mertebe-i şuhudun tafsilâtında başka başkadırlar. Fakat, neticede ve hakka iz'an ve hakikati tasdikte ittifak ederler. İşte nasıl, bir gece adamı ki, hiç güneşi görmemiş, yalnız kamer aynasında bir gölgesini görüyor. Güneşe mahsus haşmetli ziyâyı, dehşetli câzibeyi aklına sığıştıramıyor; belki, görenlere teslim olup, taklid ediyor. Öyle de, verâset-i Ahmediye (a.s.m.) ile Kadîr ve Muhyî gibi isimlerin mertebe-i uzmâsına yetişmeyen, haşr-i âzamı ve Kıyâmet-i Kübrâyı taklidî olarak kabul eder; "Aklî bir mesele değildir" der. Çünkü, hakikat-i haşir ve Kıyâmet, İsm-i Azamın ve bâzı esmânın derece-i âzamının mazharıdır. Kimin nazarı oraya çıkmazsa, taklide mecburdur. Kimin fikri oraya girse, haşir ve Kıyâmeti, gece-gündüz, kış ve bahar derecesinde kolay görür, itminân-ı kalb ile kabul eder.

İşte şu sırdandır ki, haşir ve Kıyâmeti, en âzam mertebede, en ekmel tafsilâtla Kur'ân zikrediyor ve İsm-i Azamın mazharı olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm ders veriyor. Ve eski peygamberler ise, hikmet-i irşâdın iktizâsıyla, bir derece basit ve ibtidâî bir halde olan ümmetlerine, haşri en âzam bir derecede, en geniş bir tafsilâtla ders vermemişler. Hem, şu sırdandır ki, bir kısım ehl-i velâyet, bâzı erkân-ı imâniyeyi mertebe-i uzmâsında görmemişler veya gösterememişler. Hem, şu sırdandır ki, mârifetullahta derecât-ı ârifîn çok tefâvüt ediyor. Daha bunlar gibi çok esrar, şu hakikatten inkişaf eder. Şimdi şu temsil, hem bir derece hakikatı ihsâs ettiğinden, hem hakikat çok geniş ve çok derin olduğundan, biz dahi temsil ile iktifâ ediyoruz. Haddimizin ve tâkatimizin fevkinde olan esrâra girişmeyeceğiz.

Üçüncü Dal

Kıyâmet alâmetlerinden ve âhir zaman vukuâtından ve bâzı amâlin fazîlet ve sevaplarından bahseden ehâdîs-i şerîfe güzelce anlaşılmadığından, akıllarına güvenen bir kısım ehl-i ilim, onların bir kısmına zayıf veya mevzu demişler. İmânı zayıf ve enâniyeti kavî bir kısım da, inkâra kadar gitmişler. Şimdi tafsile girişmeyeceğiz. Yalnız, "On İki Asıl"ı beyân ederiz.

Birinci Asıl: Yirminci Sözün âhirindeki suâl ve cevapta izah ettiğimiz meseledir. İcmâli şudur ki:

Din bir imtihandır, bir tecrübedir; ervâh-ı âliyeyi, ervâh-ı sâfileden tefrik eder. Öyle ise, ileride herkese göz ile görülecek vukuâtı öyle bir tarzda bahsedecek ki, ne bütün bütün meçhûl kalsın, ne de bedihî olup, herkes ister istemez tasdike mecbur kalsın. Akla kapı açacak, ihtiyârı elinden almayacak. Zîrâ, eğer tamamen bedâhet derecesinde bir alâmet-i Kıyâmet görülse, herkes tasdike muztar olsa, o vakit kömür gibi bir istidad, elmas gibi bir istidad ile beraber kalır. Sırr-ı teklif ve netice-i imtihan zâyi olur.

İşte, bunun için, Mehdî ve Süfyan meseleleri gibi çok meselelerde çok ihtilâf olmuş. Hem rivâyât dahi çok muhteliftir; birbirine zıd hükümler olmuş. 

İkinci Asıl: Mesâil-i İslâmiyenin tabakâtı vardır; biri bürhan-ı katî istese, diğeri bir zann-ı gâlibî ile iktifâ eder, başkası yalnız bir kabul-ü teslimî ve reddetmemek ister. Öyle ise, esâsât-ı imâniyeden olmayan mesâil-i fer'iye veya vukuât-ı zamâniyenin herbirinde bir iz'ân-ı yakîn ile bir bürhan-ı katî istenilmez. Belki, yalnız reddetmemek ve teslimiyetle ilişmemektir.

Üçüncü Asıl: Zaman-ı Sahabede benî İsrâil ve Nasarâ ulemâlarından çoğu İslâmiyete girdiler. Eski mâlûmâtları dahi onlarla beraber Müslüman oldu. Bâzı hilâf-ı vâki' mâlûmât-ı sâbıkaları, İslâmiyetin malı olarak tevehhüm edildi.

Dördüncü Asıl: Ehâdîs-i şerîfe râvilerinin bâzı kavilleri veyahut istinbât ettikleri mânâları, metn-i hadîsten telâkkî ediliyordu. Halbuki, insan hatâdan hâlî olmadığı için, hilâf-ı vâki' bâzı istinbâtları veya kavilleri hadîs zannedilerek, zaafına hükmedilmiş.

Beşinci Asıl: -1- yani, -2- sırrınca, bâzı ehl-i keşif ve ehl-i velâyet olan muhaddisîn-i muhaddesîn ilhamlarıyla gelen bâzı maânî, hadîs telâkkî edilmiş. Halbuki, ilham-ı evliyâ-bâzı ârızalarla-hatâ olabilir. İşte bu nev'den, bir kısım hilâf-ı hakikat çıkabilir.

Altıncı Asıl: Beynennâs iştihar bulmuş bâzı hikâyeler bulunuyor ki, durûb-u emsâl hükmüne geçer. Hakiki mânâsına bakılmaz; ne maksad için sevk edilir, ona bakılır. İşte bu nev'den beynennâs teârüf etmiş bâzı kıssa ve hikâyâtı, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, bir maksad-ı irşâdî için temsil ve kinâye nev'inden zikredivermiş. Şu nevi meselelerin mânâ-i hakikisinde kusur varsa, örf ve âdât-ı nâsa âittir ve teârüf ve tesâmû-u umumîye râcîdir.

Yedinci Asıl: Şek çok teşbih ve temsiller bulunuyor ki, mürûr-u zamanla veya ilmin elinden cehlin eline geçmesiyle hakikat-i maddiye telâkkî ediliyor. Hatâya düşer. Meselâ, "Sevr" ve "Hûd" isminde ve âlem-i misâlde sevr ve hûd timsâlinde berrî ve bahrî hayvanât nâzırlarından iki melâiketullah, âdetâ bir koca öküz ve cismânî bir balık zannedilerek, hadîse ilişilmiş.

Hem meselâ, bir vakit huzur-u Nebevîde derin bir ses işitildi. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti ki: "Bu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp, tâ ancak bu dakika Cehennemin dibine düşen bir taşın gürültüsüdür." * İşte bu hadîsi işiten, hakikate vâsıl olmayan, inkâra sapar. Halbuki, yirmi dakika-o hadîsten-sonra, katiyen sabittir ki, biri geldi, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma dedi ki: "Meşhur münâfık, yirmi dakika evvel öldü." Yetmiş yaşına giren o münâfık Cehennemin bir taşı olarak bütün müddet-i ömrü tedennîde, esfel-i sâfilîne, küfre sukuttan ibâret olduğunu gayet belîğâne bir sûrette, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm beyân etmiştir. Cenâb-ı Hak, o vefât dakikasında o sesi işittirip, ona alâmet etmiştir.

 


 

1- Ümmetim içerisinde muhaddesûn vardır. (H P: Tirmizî, 4:370; Sahîh-i Buhârî: 2:211, 5:15.)

2- Kendilerine ilham olunanlar.

* Müslim, 4:3184, hadîs no: 2844, 4:2145, hadîs no: 2782; Müsned, 2:271, 3:341, 346, 360.

Sekizinci Asıl: Cenâb-ı Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı tecrübe ve meydan-ı imtihanda çok mühim şeyleri, kesretli eşya içinde saklıyor. O saklamakla çok hikmetler, çok maslahatlar bağlıdır. Meselâ, Leyle-i Kadri umum Ramazan'da, saat-i icâbe-i duâyı Cumâ gününde, makbul velîsini insanlar içinde, eceli ömür içinde ve Kıyâmetin vaktini ömr-ü dünya içinde saklamış. -1-

Zîrâ, ecel-i insan muayyen olsa, yarı ömrüne kadar gaflet-i mutlaka, yarıdan sonra darağacına adım adım gitmek gibi bir dehşet verecek. Halbuki, âhiret ve dünya muvâzenesini muhâfaza etmek ve her vakit havf ve recâ ortasında bulunmak maslahatı, iktizâ eder ki, her dakika hem ölmek, hem yaşamak mümkün olsun. Şu halde mübhem tarzdaki yirmi sene mübhem bir ömür, bin sene muayyen bir ömre müreccahtır.

İşte Kıyâmet dahi şu insan-ı ekber olan dünyanın ecelidir. Eğer vakti taayyün etseydi, bütün kurûn-u ûlâ ve vustâ gaflet-i mutlakaya dalacak idiler ve kurûn-u uhrâ dehşette kalacaktı. İnsan, nasıl hayat-ı şahsiyesiyle hânesinin ve köyünün bekâsıyla alâkadardır; öyle de, hayat-ı içtimâiye ve nev'iyesiyle küre-i arzın ve dünyanın yaşamasıyla alâkadardır. Kur'ân, -2- der. "Kıyâmet yakındır," ferman ediyor. Bin bu kadar sene geçtikten sonra gelmemesi, yakınlığına halel vermez. Zîrâ, kıyâmet dünyanın ecelidir. Dünyanın ömrüne nisbeten bin veya iki bin sene, bir seneye nisbetle bir iki gün veya bir iki dakika gibidir. Saat-i Kıyâmet yalnız insaniyetin eceli değil ki, onun ömrüne nisbet edilip baîd görülsün. İşte bunun içindir ki, Hakîm-i Mutlak, kıyâmeti "Mugayyebât-ı Hamse"den olarak, ilminde saklıyor. İşte bu ibhâm sırrındandır ki, her asır, hattâ asr-ı hakikatbîn olan Asr-ı Saadet dahi dâimâ Kıyâmetten korkmuşlar. Hattâ bâzıları, "Şerâiti hemen hemen çıkmış" demişler.

İşte bu hakikati bilmeyen insafsız insanlar derler ki: "âhiretin tafsilâtını ders alan müteyakkız kalbli, keskin nazarlı olan Sahabelerin fikirleri niçin bin sene hakikatten uzak olarak fikirleri düşmüş gibi, istikbâl-i dünyevîde bin dört yüz sene sonra gelecek bir hakikati, asırlarında karîb zannetmişler?"

Elcevap: Çünkü Sahabeler, feyz-i sohbet-i Nübüvvetten herkesten ziyâde dâr-ı âhireti düşünerek, dünyanın fenâsını bilerek, Kıyâmetin ibhâm vaktindeki hikmet-i İlâhiyeyi anlayarak, ecel-i şahsî gibi, dünyanın eceline karşı dahi dâimâ muntazır bir vaziyet alarak âhiretlerine ciddî çalışmışlar. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, "Kıyâmeti bekleyiniz, intizar ediniz" -3- tekrar etmesi, şu hikmetten ileri gelmiş bir irşâd-ı Nebevîdir. Yoksa, vuku-u muayyene dâir bir vahyin hükmüyle değildir ki, hakikatten uzak olsun. İllet ayrıdır, hikmet ayrıdır. İşte Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın bu nevi sözleri, hikmet-i ibhâmdan ileri geliyor.

 


 

1- Hadîs-i şerif meâli: Tirmizî, Fiten: 39.

2- Kıyamet yaklaştı, ay yarıldı. (Kamer Sûresi: 1.)

3- Hadis-i şerif meali: Tirmizi, Fiten:39.

Hem şu sırdandır ki Mehdî, Süfyan gibi, âhir zamanda gelecek eşhasları çok zaman evvel, hattâ Tâbiîn zamanında onları beklemişler, yetişmek emelinde bulunmuşlar. Hattâ bâzı ehl-i velâyet, "Onlar geçmiş" demişler. İşte bu da, Kıyâmet gibi, hikmet-i İlâhiye iktizâ eder ki, vakitleri taayyün etmesin. Çünkü, her zaman, her asır, kuvve-i mâneviyenin takviyesine medâr olacak ve yeisten kurtaracak "Mehdî mânâsına muhtaçtır. Bu mânâda her asrın bir hissesi bulunmak lâzımdır. Hem gaflet içinde fenalara uymamak ve lâkaydlıkta nefsin dizginini bırakmamak için, nifâkın başına geçecek müthiş şahıslardan her asır çekinmeli ve korkmalı. Eğer tâyin edilseydi, maslahat-ı irşâd-ı umumi zâyi olurdu.

Şimdi, Mehdî gibi eşhâsın hakkındaki rivâyâtın ihtilâfâtı ve sırrı şudur ki: Ehâdisi tefsir edenler, metn-i ehâdisi tefsirlerine ve istinbâtlarına tatbik etmişler. Meselâ, merkez-i saltanat o vakit Şam'da veya Medîne'de olduğundan, vukuât-ı Mehdiye ve Süfyâniyeyi merkez-i saltanat civârında olan Basra, Kûfe, Şam gibi yerlerde tasavvur ederek öyle tefsir etmişler. Hem de, o eşhâsın şahs-ı mânevîsine veya temsil ettikleri cemaate âit âsâr-ı azîmeyi o eşhâsın zâtlarında tasavvur ederek öyle tefsir etmişler ki, o eşhâs-ı hârika çıktıkları vakit bütün halk onları tanıyacak gibi bir şekil vermişler. Halbuki, demiştik, bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyârı elinden alınmaz. Öyle ise, o eşhas, hattâ o müthiş Deccâl dahi çıktığı zaman çokları, hattâ kendisi de bidâyeten deccâl olduğunu bilmez. Belki nur-u imânın dikkatiyle o eşhâs-ı âhir zaman tanınabilir.

Alâmet-i Kıyâmetten olan deccâl hakkında hadîs-i şerifte, "Birinci günü bir sene, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü eyyâm-ı sâire gibidir. Çıktığı zaman dünya işitir. Kırk günde dünyayı gezer." -1- rivâyet ediliyor. İnsafsız insanlar bu rivâyete muhâl demişler. Hâşâ, şu rivâyetin inkâr ve iptaline gitmişler. Halbuki, -2- , hakikati şu olmak gerektir ki:

Alem-i küfrün en kesâfetlisi olan şimâlde tabiiyyunun fikr-i küfrîsinden süzülen bir cereyân-ı azîmin başına geçecek ve Ulûhiyeti inkâr edecek bir şahsın şimâl tarafından çıkmasına işaret ve şu işaret içinde bir remz-i hikmet vardır ki, kutb-u şimâlîye yakın dairede bütün sene, bir gece bir gündüzdür. Altı ayı gece, altı ayı gündüzdür. "Deccâlin bir günü bir senedir," o daire yakınında zuhuruna işarettir. "İkinci günü bir aydır" demekten murad, şimâlden bu tarafa geldikçe, bâzan olur yazın bir ayında güneş gurûb etmez. Şu dahi deccâl şimâlden çıkıp, âlem-i medeniyet tarafına tecavüzüne işarettir. Günü deccâle isnad etmekle şu işarete işaret eder. Daha bu tarafa geldikçe bir haftada güneş gurûb etmiyor. Daha gele gele tulû ve gurûb ortasında üç saat devam ediyor. Ben Rusya'da esârette iken böyle bir yerde bulundum. Bize yakın, bir hafta güneş gurûb etmeyen bir yer vardı; seyir için oraya gidiyorlardı. "Deccâlin çıktığı vakit, umum dünya işitecek" olan kaydı, telgraf ve radyo halletmiştir. Kırk günde gezmesini de, merkebi olan şimendifer ve tayyâre halletmiştir. Eskiden bu iki kaydı muhâl gören mülhidler, şimdi âdi görüyorlar.

 


 

1- Müslim, Fiten: 110; Müsned, 3:367, 4:181; Tirmizî, Fiten: 59; İbn-i Mâce, Fiten: 33.

2- Bilgi Allah katındadır. (âyetlerden iktibas dinî bir kâide: Ahkâf Sûresi: 23; Mülk Sûresi: 26.)

Alâmet-i Kıyâmetten olan Ye'cüc ve Me'cüc'e ve Sedde dâir bir risâlede bir derece tafsîlen yazdığımdan, ona havale edip, şurada yalnız şunu deriz ki: Eskiden Mançur, Moğol ünvânıyla içtimâât-ı beşeriyeyi zîr ü zeber eden tâifeler ve Sedd-i Çinî'nin yapılmasına sebebiyet verenler, Kıyâmete yakın yine anarşistlik gibi bir fikirle medeniyet-i beşeriyeyi zîr ü zeber edecekleri rivâyetlerde vardır.

Bâzı mülhidler derler: "Bu kadar acâibi yapan ve yapacak tâifeler nerede?"

Elcevap: Çekirge gibi bir âfât, bir mevsimde pekçok kesretle bulunur. Mevsim değiştikçe memleketi fesada veren kesretli o tâifelerin hakikatleri mahdut bâzı ferdlerde saklanıyor. Yine zamanı geldikçe, emr-i İlâhî ile o mahdut ferdlerden gayet kesretli aynı fesad yine başlar. Güyâ onların hakikat-i milliyetleri inceliyor, kopmuyor. Yine mevsimi geldikçe zuhur ediyor. Aynen öyle de, bir zaman dünyayı herc ü merc eden o tâifeler izn-i İlâhî ile mevsimi geldiği vakit, aynı o tâife, medeniyet-i beşeriyeyi herc ü merc edecekler. Fakat, onların muharrikleri başka bir sûrette tezâhür eder. -1-

Dokuzuncu Asıl: Mesâil-i imâniyeden bir kısmın netâici, şu mukayyed ve dar âleme bakar, diğer bir kısmı geniş ve mutlak olan âlem-i âhirete bakar. Amellerin fazîlet ve sevâbına dâir ehâdîs-i şerifenin bir kısmı, terğib ve terhibe münâsip bir tesir vermek için, belâgatlı bir üslûbda geldiğinden, dikkatsiz insanlar onları mübâlâğalı zannetmişler. Halbuki, bütün onlar ayn-ı hak ve mahz-ı hakikat olduklarından, mücâzefe ve mübâlâğa, içlerinde yoktur.

Ezcümle, en ziyâde insafsızların zihnini kurcalayan şu hadîstir ki:

-2-

 

ev kemâ kâl. Meâl-i şerifi: "Dünyanın Cenâb-ı Hakkın yanında bir sinek kanadı kadar kıymeti olsa idi, kâfirler bir yudum suyu ondan içmeyecek idiler." Hakikati şudur ki:

 

"İndallah" tâbiri, "âlem-i bekâdan" demektir. Evet, âlem-i bekâdan bir sinek kanadı kadar bir nur, mâdem ebedîdir, yeryüzünü dolduracak muvakkat bir nurdan daha çoktur. Demek koca dünyayı bir sinek kanadıyla muvâzene değil, belki herkesin kısacık ömrüne yerleşen hususi dünyasını âlem-i bekâdan bir sinek kanadı kadar dâimî bir feyz-i İlâhîye ve bir ihsan-ı İlâhîye muvâzeneye gelmediği demektir.

1- Gaybî Allah'tan başka kimse bilmez. (Ayetten iktibas, İslâmî bir kaide: "Göklerde ve yerde olanlar gaybî bilmez, onu ancak Allah bilir." (Neml Sûresi: 65.)

2- Buhârî, Tefsir: 18; Müslim, Münâfikûn: 18; İbn-i Mâce, Zühd: 3; Tirmizî, Zühd: 13. 

Hem, dünyanın iki yüzü var, belki, üç yüzü var. Biri, Cenâb-ı Hakkın esmâsının aynalarıdır. Diğeri âhirete bakar, âhiret tarlasıdır. Diğeri fenâya, ademe bakar, bildiğimiz marzî-i İlâhî olmayan ehl-i dal dünyasıdır. Demek, Esmâ-i Hüsnânın aynaları ve mektubât-ı Samedâniye ve âhiretin mezraası olan koca dünya değil, belki âhirete zıd ve bütün hatîâtın menşei ve beliyyâtın menbaı olan dünyaperestlerin dünyasının âlem-i âhirette ehl-i imâna verilen sermedî bir zerresine değmediğine işarettir. İşte, en doğru ve ciddî şu hakikat nerede? Ve insafsız ehl-i ilhâdın fehmettikleri mânâ nerede? O insafsız ehl-i ilhâdın en mübâlâğa, en mücâzefe zannettikleri mânâ nerede?

Hem meselâ, insafsız ehl-i ilhâdın mübâlâğa zannettikleri hattâ muhâl bir mübâlâğa ve mücâzefe tevehhüm ettikleri biri de, amellerin sevâbına dâir ve bâzı sûrelerin fazîletleri hakkında gelen rivâyetlerdir. Meselâ, Fâtiha'nın Kur'ân kadar sevâbı vardır. -1- Sûre-i İhlâs, sülüs-ü Kur'ân; -2- Sûre-i İzâ Zülzileti'l-Ardu, rub'u; -3- sûre-i Kul Yâ Eyyühe'l-Kâfirûn, rub'u; -4- Sûre-i Yâsin, on defa Kur'ân kadar -5- olduğuna rivâyet vardır. İşte insafsız ve dikkatsiz insanlar demişler ki, "Şu muhâldir. Çünkü, Kur'ân içinde Yâsin ve öteki fazîletli olanlar da vardır. Onun için mânâsız olur?"

Elcevap: Hakikati şudur ki: Kur'ân-ı Hakîmin her bir harfinin bir sevâbı var; bir hasenedir. --6- Fazl-ı İlâhîden o harflerin sevâbı sünbüllenir; bâzan on tane verir, bâzan yetmiş, bâzan yedi yüz -Ayete'l-Kürsî harfleri gibi; bâzan bin beş yüz-Sûre-i İhlâsın harfleri gibi; bâzan on bin, Leyle-i Beratta okunan âyetler ve makbul vakitlere tesadüf edenler gibi; ve bâzan otuz bin, meselâ, haşhaş tohumunun kesreti misillü, Leyle-i Kadirde okunan âyetler gibi. Ve "O gece bin aya mukabil" işaretiyle, "Bir harfinin o gecede otuz bin sevâbı olur" anlaşılır. İşte, Kur'ân-ı Hakîm tezâuf-u sevâbıyla beraber elbette muvâzeneye gelmez ve gelemiyor. Belki, asıl sevap ile bâzı sûrelerle muvâzeneye gelebilir. Meselâ, içinde mısır ekilmiş bir tarla farz edelim ki, bin tane ekilmiş. Bâzı habbeleri yedi sümbül vermiş farz etsek, her bir sümbülde yüzer tane olmuş ise, o vakit tek bir habbe bütün tarlanın iki sülüsüne mukabil oluyor. Meselâ, birisi de on sümbül vermiş, her birinde iki yüz tane vermiş; o vakit bir tek habbe asıl tarladaki habbelerin iki misli kadardır. Ve hâkezâ, kıyas et.

Şimdi, Kur'ân-ı Hakîmi nurânî, mukaddes bir mezraâ-i semâviye tasavvur ediyoruz. İşte her bir harfi asıl sevâbıyla birer habbe hükmündedir. Onların sümbülleri nazara alınmayacak. Sûre-i Yâsin, İhlâs, Fâtiha, Kul Yâ Eyyühe'l-Kâfirûn, İzâ Zülzileti'l-Ardu gibi sâir, fazîletlerine dâir rivâyet edilen sûre ve âyetlerle muvâzene edilebilir. Meselâ, Kur'ân-ı Hakîmin üç yüz bin altı yüz yirmi harfi olduğundan; Sûre-i İhlâs Besmele ile beraber altmış dokuzdur, üç defa altmış dokuz iki yüz yedi harftir; demek Sûre-i İhlâsın her bir harfinin haseneleri bin beş yüze yakındır. İşte Sûre-i Yâsin'in hurufâtı hesap edilse Kur'ân-ı Hakîmin mecmû hurufâtına nispet edilse ve on defa muzaaf olması nazara alınsa, şöyle bir netice çıkar ki, Yâsin-i Şerifin her bir harfi takrîben beş yüze yakın sevâbı vardır, yani o kadar hasene sayılabilir.

 


 

1- Buhârî, Tefsîru Sûreti: 1:1, 15:3, Fezâilü'l-Kur'ân: 9; Tirmizî, Sevâbü'l-Kur'ân: 1; Neseî, İftitâh: 26; Muvatta', Nidâ: 38; Müsned, 4:211, 5:114.

2- Tirmizî, Sevâbü'l-Kur'ân: 10, 11; İbn-i Mâce, Edeb: 52; Ebû Dâvud, Vitir: 18; Neseî, İftitâh: 69; Muvatta', Kur'ân: 17, 19.

3- Tirmizî, Sevâbü'l-Kur'ân: 9; Müsned, 3:147, 221.

4- Tirmizî, Sevâbü'l-Kur'ân: 9; Müsned, 3:147, 221.

5- Tirmizî, Sevâbü'l-Kur'ân: 7; Dârimî, Fezâilü'l-Kur'ân: 21.

6- Tirmizî, Fezâilü'l-Kur'ân: 16; Beyhâkî, Şuâbü'l-İmân, 1:154, 157; Riyâzü's-Sâlihîn, s. 404; el-Hakîm, Müstedrek, 1:55.

İşte buna kıyasen, başkalarını dahi tatbik etsen, ne kadar latîf ve güzel ve doğru ve mücâzefesiz bir hakikat olduğunu anlarsın.

Onuncu Asıl: Ekser tâife-i mahlûkatta olduğu gibi, ef'âl ve a'mâl-i beşeriyede bâzı hârika ferdler bulunur. O ferdler, eğer iyilikte ileri gitmişse, o nevilerin medâr-ı fahrlarıdır; yoksa, medâr-ı şeâmetleridir. Hem, gizleniyorlar; âdetâ birer şahs-ı mânevî, birer gâye-i hayal hükmüne geçerler. Sâir ferdlerin her birisi o olmaya çalışır ve o olmak ihtimâli var. Demek o mükemmel hârika ferd, mutlak, mübhem bulunup, her yerde bulunması mümkün. Şu ibhâm itibâriyle, mantıkça kazıye-i mümkine sûretinde külliyetine hükmedilebilir. Yani, her bir amel şöyle bir netice verebilmesi mümkündür. Meselâ, "Kim iki rekât namazı filân vakitte kılsa, bir hac kadardır." -1- İşte iki rekât namaz bâzı vakitte bir hacca mukabil geldiği hakikattir. Her bir iki rekât namazda bu mânâ külliyet ile mümkündür.

Demek şu nev'deki rivâyetler, vukuu bilfiil dâimî ve küllî değil. Zîrâ, kabulün mâdem şartları vardır; külliyet ve dâimîlikten çıkar. Belki, ya bilfiil muvakkattır, mutlaktır; veyahut mümkinedir, külliyedir. Demek şu nevi ehâdisteki külliyet ise, imkân itibâriyledir. Meselâ, "Gıybet, katl gibidir." -2- Demek gıybette öyle bir ferd bulunur ki, katl gibi bir zehr-i kâtilden daha muzırdır. Meselâ, "Bir güzel söz, bir abdi âzâd etmek gibi bir sadaka-i azîmenin yerine geçer." -3- Şimdi terğib ve teşvik için o müphem ferd-i mükemmel, mutlak bir sûrette her yerde bulunmasının imkânını vâki' bir sûrette göstermekle, hayra şevki ve şerden nefreti tahrik etmektir.

Hem de, şu âlemin mikyâsıyla âlem-i ebedînin şeyleri tartılmaz. Buranın en büyüğü, oranın en küçüğüne muvâzî gelemez. Sevâb-ı amâl o âleme baktığı için dünyevî nazarımız ona dar geliyor. Aklımıza sığıştıramıyoruz.

Meselâ, -4- Yani,

-5-

 


 

1- Kenzü'l-Ummâl, 7:808, hadîs no: 21508; Taberânî, el-Mu'cemü'l-Kebîr: 7740.

2- Müsnedü'l-Firdevs, 3:116, 117; Kenzü'l-Ummâl, 3:589, hadîs no: 8043. (Kenzü'l-Ummâl'da "Gıybet zinâdan daha şiddetlidir" şeklinde geçmektedir.)

3- Et-Tergib ve't-Terhîb, 3:421, 434; Kenzü'l-Ummâl, 6:422, hadîs no: 16360; Nevevî, el-Ezkâr, s. 288.

4- Kim bunu okursa, Mûsâ ve Hârun'un sevabı kadar sevap verilir. (Şeyh Ahmed Gümüşhanevî, Mecmûatü'l-Ahzâb, s. 263.)

5- Göklerin ve yerlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun. • Göklerde ve yerlerde büyüklük sâdece âlemlerin Rabbi olan Ona mahsustur. O, sonsuz izzet ve hikmet sahibidir. • Hamd göklerin ve yerlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. • Göklerde ve yerlerde azamet sadece âlemlerin Rabbi olan Onundur. O sonsuz izzet ve hikmet sahibidir.• Mülk sadece Onundur. O semâvâtın Rabbidir ve sonsuz izzet, hikmet sahibidir. (Mecmûatü'l-Ahzâb, sh. 350.) 

İnsafsız ve dikkatsizlerin en ziyâde nazar-ı dikkatini celb eden şu gibi rivâyetlerdir. Hakikati şudur ki:

Dünyada dar nazarımızla, kısacık fikrimizle Mûsâ ve Hârun Aleyhisselâmların sevaplarını ne derece tasavvur ediyoruz, biliyoruz? âlem-i ebediyette, Rahîm-i Mutlak, saadet-i ebediyede nihayetsiz ihtiyaç içinde bir abdine bir tek virde mukabil vereceği hakikat-i sevap, o iki zâtın sevaplarına-fakat daire-i ilmimize ve tahminimize giren sevaplarına-müsâvî olabilir.

Meselâ, bedevî, vahşî bir adam hiç padişahı görmemiş, saltanat haşmetini bilmiyor. Bir köyde bir ağayı nasıl tasavvur eder, o mahdut fikriyle, bir padişahı ondan büyükçe bir ağa kadar bilir. Hattâ, bizde sâdedîl bir tâife var ki, eskiden diyorlardı ki, "Padişah, kendi ocağı yanında ve tenceresinin başında pişirdiği bulgur çorbası yanında ne yapıyor; bizim ağamız onu biliyor." Demek onlar, padişahı o kadar dar bir vaziyette ve âdi bir sûrette tahayyül ediyorlar ki, kendi bulgur çorbasını kendi pişiriyor. Âdetâ bir yüzbaşı haşmetinde farz ediyorlar. Şimdi, biri o adamlardan birine dese, "Sen bugün benim için bu işi yapsan, senin bildiğin padişah haşmeti kadar sana bir haşmetlik vereceğim, yani bir yüzbaşı kadar bir rütbe vereceğim;" o söz hakikattir. Çünkü, haşmet-i padişahîden onun dar daire-i fikrine giren, ancak bir yüzbaşılık kadar bir şevkettir.

İşte, dünya nazarıyla, dar fikrimizle, âhirete müteveccih hakâik-ı sevâbiyeyi o bedevî adam kadar da düşünemiyoruz. Hazret-i Mûsâ (a.s.) ve Hârun'un (a.s.) meçhûlümüz olan hakiki sevapları ile muvâzene değil-çünkü teşbih kaidesi meçhûlü mâlûma kıyas eder-belki muvâzene edilen, mâlûmumuz olan ve tahminimize giren sevaplarıyla, bir abd-i mü'minin bir virdine mukabil meçhûlümüz olan hakiki sevâbıdır.

Hem de, deniz yüzü ile katrenin gözbebeği, güneşin tamam aksini tutmakla müsâvidirler; fark, keyfiyettedir. Hazret-i Mûsâ (a.s.) ve Hârun'un (a.s.) deniz-misâl âyine-i ruhlarına in'ikâs eden mahiyet-i sevap, bir katre hükmünde, bir abd-i müminin bir âyetten aldığı aynı mahiyet-i sevaptır. Mahiyetçe, kemiyetçe birdirler; keyfiyet ise, kabiliyete tâbidir.

Hem bâzan olur ki, bir tek kelime, bir tek tesbih, öyle bir saadet hazînesini açar ki, altmış sene hizmetle o açılmamış. Demek bâzı hâlât oluyor ki, birtek âyet Kur'ân kadar fayda verebilir.

Hem İsm-i Azama mazhar olan Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın bir âyette mazhar olduğu feyz-i İlâhî, belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir. Verâset-i Ahmediye ile İsm-i Azam zılline mazhar bir mümin, kendi kabiliyeti itibâriyle, kemiyetçe bir nebînin feyzi kadar sevap alıyor denilse, hilâf-ı hakikat olamaz.

Hem de, sevap ve fazîlet nur âlemindendir. O âlemden bir âlem, bir zerreye sığışabilir. Nasıl ki bir zerrecik bir şişede, semâvât, nücûmuyla beraber görünebilir; öyle de, niyet-i hâlise ile şeffâfiyet peydâ eden bir zikirde veya bir âyette, semâvât gibi nurânî sevap ve fazîlet yerleşebilir.

Netice-i Kelâm: Ey insafsız ve dikkatsiz ve imânı zayıf, felsefesi kavî, hodbîn, münekkid adam! Şu "On Asıl"ı nazara al. Sonra sen, hilâf-ı hakikat ve katî muhâlif-i vâki' gördüğün bir rivâyeti bahane ederek, ehâdîs-i şerifeye ve dolayısıyla Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın mertebe-i ismetine halel verecek îtiraz parmağını uzatma! Zîrâ, evvelâ o "On Asıl"ın on dairesi seni inkârdan vazgeçirir. "Hakiki bir kusur varsa, bize âittir" derler, hadîse râcî olamaz. "Eğer hakiki değilse senin sû-i fehmine âittir" derler.

Elhâsıl, inkâr ve redde gitmek için, şu "On Asıl"ı tekzib ve iptal etmek lâzım gelir. Şimdi insafın varsa, bu on usûlü kemâl-i dikkatle düşündükten sonra, o aklın hilâf-ı hakikat gördüğü bir hadîsin inkârına kalkışma. "Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tâbiri vardır" de, ilişme.

On Birinci Asıl: Nasıl Kur'ân-ı Hakîmin müteşâbihâtı var; tevile muhtaçtır veyahut mutlak teslim istiyor; ehâdisin de Kur'ân'ın müteşâbihâtı gibi müşkülâtı vardır. Bâzan çok dikkatli tefsire ve tâbire muhtaçtır. Geçmiş misâllerle iktifâ edebilirsiniz.

Evet, nasıl ki hüşyar olan adam, yatmış olan adamın rüyâsını tâbir eder; öyle de, bâzan uykuda olan bir adam, yanında uyanık olan konuşanların sözlerini işitiyor. Fakat, kendi âlem-i menâmına tatbik eder bir tarzda mânâ veriyor, tâbir ediyor. Öyle de, ey gaflet ve felsefe uykusu içinde tenvîm edilen insafsız adam! Sırr-ı -1- ve -2- hükmüne mazhar ve hakiki hüşyar ve yakzan olan Zâtın gördüğünü sen kendi rüyânda inkâr değil, tâbir et. Evet, uykuda bir adamı bir sinek ısırsa, müthiş bir harbde yaralar alır gibi bir hakikat-i nevmiye bâzan telâkkî eder. Ondan sorulsa, "Hakikaten ben yaralandım. Bana top, tüfek atıldı" diyecek. Yanında oturanlar onun uykusundaki ıztırâbına gülüyorlar. İşte bu nevmâlûd nazar-ı gaflet ve fikr-i felsefe elbette hakâik-ı nübüvvete mihenk olamazlar.

On İkinci Asıl: Nazar-ı nübüvvet ve tevhid ve imân; vahdete, âhirete, Ulûhiyete baktığı için, hakâikı ona göre görür.

Ehl-i felsefe ve hikmetin nazarı, kesrete, esbâba, tabiata bakar, ona göre görür. Nokta-i nazar birbirinden çok uzaktır. Ehl-i felsefenin en büyük bir maksadı, ehl-i usûlü'd-din ve ulemâ-i ilm-i kelâmın makâsıdı içinde görünmeyecek bir derecede küçük ve ehemmiyetsizdir. İşte onun içindir ki, mevcudâtın tafsîl-i mahiyetinde ve ince ahvallerinde ehl-i hikmet çok ileri gitmişler. Fakat hakiki hikmet olan ulûm-u âliye-i İlâhiye ve uhreviyede o kadar geridirler ki, en basit bir müminden daha geridirler. Bu sırrı fehmetmeyenler, muhakkikîn-i İslâmiyeyi, hükemâlara nispeten geri zannediyorlar. Halbuki, akılları gözlerine inmiş, kesrette boğulmuş olanların ne haddi var ki, verâset-i nübüvvet ile makâsıd-ı âliye-i kudsiyeye yetişenlere yetişebilsinler.

 


 

1- Göz ne şaştı, ne de başka bir şeye baktı. (Necm Sûresi: 17.)

2- Gözüm uyur, fakat kalbim uyumaz. (Hadîs-i şerif: Müsned, 2:151, 438; İbn-i Hibban: 2124; İbni Sa'd, Tabakât: 1/107.

Hem, her bir şey iki nazar ile bakıldığı vakit, iki muhtelif hakikati gösteriyor. İkisi de hakikat olabilir. Fennin hiçbir hakikat-i katiyesi, Kur'ân'ın hakâik-ı kudsiyesine ilişemez. Fennin kısa eli, onun münezzeh ve muallâ dâmenine erişemez. Nümûne olarak bir misâl zikrederiz.

Meselâ, küre-i arz ehl-i hikmet nazarıyla bakılsa, hakikati şudur ki: Güneş etrafında mutavassıt bir seyyâre gibi, hadsiz yıldızlar içinde döner. Yıldızlara nispeten küçük bir mahlûk. Fakat, ehl-i Kur'ân nazarıyla bakıldığı vakit, On Beşinci Sözde izah edildiği gibi, hakikati şöyledir ki: Semere-i âlem olan insan, en câmi', en bedî ve en âciz, en azîz, en zayıf, en latîf bir mucize-i kudret olduğundan, beşik ve meskeni olan zemin, semâya nispeten maddeten küçüklüğüyle ve hakâretiyle beraber, mânen ve san'aten bütün kâinatın kalbi, merkezi, bütün mu'cizât-ı sanatının meşheri, sergisi, bütün tecelliyât-ı esmâsının mazharı, nokta-i mihrâkiyesi, nihayetsiz faaliyet-i Rabbâniyenin mahşeri, ma'kesi, hadsiz hallâkıyet-i İlâhiyenin hususan nebâtât ve hayvanâtın kesretli enva-ı sağîresinden cevâdâne icadın medârı, çarşısı ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuâtın küçük mikyasta numûnegâhı ve mensucât-ı ebediyenin süratle işleyen tezgâhı ve menâzır-ı sermediyenin çabuk değişen taklidgâhı ve besâtîn-i dâimenin tohumcuklarına süratle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur. İşte, arzın bu azamet-i mâneviyesinden ve ehemmiyet-i san'aviyesindendir ki, Kur'ân-ı Hakîm, semâvâta nispeten büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan arzı, bütün semâvâta karşı, küçücük kalbi büyük kalıba mukabil tutmak gibi, denk tutuyor. Onu bir kefede, bütün semâvâtı bir kefede koyuyor, mükerreren, -1- diyor.

İşte sâir mesâili buna kıyas et ve anla ki, felsefenin ruhsuz, sönük hakikatleri Kur'ân'ın parlak, ruhlu hakikatleriyle müsâdeme edemez. Nokta-i nazar ayrı ayrı olduğu için ayrı ayrı görünür.

Dördüncü Dal

-2-

 


 

1- Göklerin ve yerin Rabbi. (Kehf Sûresi: 14; Sad Sûresi: 66; Zuhruf Sûresi: 82; Nebe' Sûresi: 37.)

2- Görmez misin ki, göklerde olanlar ve yerde olanlar, güneş, ay ve yıldızlar, dağlar, ağaçlar ve hayvanlar ve insanların birçoğu Allah'a secde eder. Birçoğu da vardır ki, onlar üzerine azab hak olmuştur. Allah kimi hor kılarsa, onu saadete kavuşturacak hiçbir kimse yoktur. Şüphesiz ki Allah dilediğini yapar. [Hac Sûresi: 18. (Bu âyet secde âyetidir.)] 

Şu büyük ve geniş âyetin hazînesinden yalnız bir tek cevherini göstereceğiz. Şöyle ki:

Kur'ân-ı Hakîm tasrih ediyor ki, arştan ferşe, yıldızlardan sineklere, meleklerden, semeklere, seyyârâttan zerrelere kadar her şey Cenâb-ı Hakka secde ve ibâdet ve hamd ve tesbih eder. Fakat ibâdetleri, mazhar oldukları esmâlara ve kabiliyetlerine göre ayrı ayrıdır, çeşit çeşittir. Biz onların ibâdetlerinin tenevvüünün bir nevini bir temsil ile beyân ederiz.

Meselâ, , azîm bir mâlikü'l-mülk, büyük bir şehri veya muhteşem bir sarayı binâ ettiği vakit, o zât dört nevi ameleyi onun binâsında istihdam ve istimâl eder.

Birinci nevi, onun memlûk ve köleleridir. Bu nevin, ne maaşı var ve ne de ücreti var. Belki onlar seyyidlerinin emriyle işledikleri her amelde, onların gayet latîf bir zevk ve hoş bir şevkleri vardır. Seyyidlerinin methinden ve vasfından ne deseler onların zevkini ve şevkini ziyâde eder. Onlar o mukaddes seyyidlerine intisablarını büyük bir şeref bilerek onunla iktifâ ediyorlar. Hem o seyyidin nâmiyle, hesâbiyle, nazarıyla işlere bakmalarından da mânevî lezzet buluyorlar. Ücret ve rütbeye ve maaşa muhtaç olmuyorlar.

İkinci kısım ki, bâzı âmî hizmetkârlardır. Bilmiyorlar niçin işliyorlar. Belki o mâlik-i zîşan onları istimâl ediyor, kendi fikriyle ve ilmiyle onları çalıştırıyor. Onlara lâyık bir cüz'î ücret dahi veriyor. O hizmetkârlar bilmiyorlar ki, amellerine ne çeşit küllî gâyeler, âlî maslahatlar terettüb ediyor. Hattâ bâzıları tevehhüm ediyorlar ki, onların amelleri yalnız kendilerine âit o ücret ve maaşından başka gâyesi yoktur.

Üçüncü kısım: O mâlikü'l-mülkün bir kısım hayvanâtı var; onları o şehrin, o sarayın binâsında bâzı işlerde istihdam ediyor. Onlara yalnız bir yem veriyor. Onların da istidadlarına muvâfık işlerde çalışmaları, onlara bir telezzüz veriyor. Çünkü, bilkuvve bir kabiliyet ve bir istidad, fiil ve amel sûretine girse, inbisat ile teneffüs eder, bir lezzet verir; ve bütün faaliyetlerdeki lezzet bu sırdandır. Şu kısım hizmetkârların ücret ve maaşları yalnız yem ve şu lezzet-i mâneviyedir. Onunla iktifâ ederler.

Dördüncü kısım: Öyle amelelerdir ki, biliyorlar ne işliyorlar ve ne için işliyorlar ve kimin için işliyorlar ve sâir ameleler ne için işliyorlar ve o mâlikü'l-mülkün maksadı nedir, ne için işlettiriyor. İşte bu nevi amelelerin sâir amelelere bir riyâset ve nezâretleri var. Onların derecât ve rütbelerine göre derece derece maaşları var.

Aynen bunun gibi, semâvât ve arzın Mâlik-i Zülcelâli ve dünya ve âhiretin Bâni-i Zülcemâli olan Rabbü'l-âlemîn-değil ihtiyaç için, çünkü her şeyin Halıkı Odur; belki izzet ve azamet ve rubûbiyetin şuûnâtı gibi bâzı hikmetler için-şu kâinat sarayında, şu daire-i esbâb içinde hem melâikeyi, hem hayvanâtı, hem cemâdât ve nebâtâtı, hem insanları istihdam ediyor. Onlara ibâdet ettiriyor. Şu dört nevi, ayrı ayrı vezâif-i ubûdiyetle mükellef etmiştir.

 


 

En yüce sıfatlar Allah'ındır. (Nahl Sûresi: 60.)

Birinci kısım: Temsilde memlûklere misâl, melâikelerdir. Melâikeler ise, onlarda mücâhede ile terakkiyât yoktur, belki her birinin sabit bir makamı, muayyen bir rütbesi vardır. Fakat, onların, nefs-i amellerinde bir zevk-i mahsusaları var, nefs-i ibâdetlerinde derecâtlarına göre tefeyyüzleri var. Demek o hizmetkârlarının mükâfatı hizmetlerinin içindedir. Nasıl insan mâ, hava ve ziyâ ve gıdâ ile tegaddî edip telezzüz eder; öyle de, melekler zikir ve tesbih ve hamd ve ibâdet ve mârifet ve muhabbetin envarıyla tegaddî edip, telezzüz ediyorlar. Çünkü, onlar nurdan mahlûk oldukları için gıdâlarına nur kâfidir. Hattâ nura yakın olan râyiha-i tayyibe dahi onların bir nevi gıdâlarıdır ki, ondan hoşlanıyorlar. Evet, ervâh-ı tayyibe, revâyih-i tayyibeyi sever.

Hem melekler Ma'budlarının emriyle işledikleri işlerde ve Onun hesâbiyle işledikleri amellerde ve Onun nâmiyle ettikleri hizmette ve Onun nazarıyla yaptıkları nezârette ve Onun intisabıyla kazandıkları şerefte ve Onun mülk ve melekûtunun mütâlâasıyla aldıkları tenezzühte ve Onun tecelliyât-ı cemâliye ve celâliyesinin müşâhedesiyle kazandıkları tenâumda öyle bir saadet-i azîme vardır ki, akl-ı beşer anlamaz, melek olmayan bilemez.

Meleklerin bir kısmı âbiddirler, diğer bir kısmının ubûdiyetleri ameldedir. Melâike-i arzıyenin amele kısmı bir nevi insan gibidir. Tâbir câiz ise, bir nevi çobanlık ederler, bir nevi de çiftçilik ederler. Yani, rûy-i zemin umumi bir mezraadır; içindeki bütün hayvanâtın tâifelerine Halık-ı Zülcelâlin emriyle, izniyle, hesâbiyle, havl ve kudretiyle bir melek-i müekkel nezâret eder. Ondan daha küçük herbir nevi hayvanâta mahsus, bir nevi çobanlık edecek bir melâike-i müekkel var.

Hem de, rûy-i zemin bir tarladır; umum nebâtât onun içinde ekilir. Umumuna Cenâb-ı Hakkın nâmiyle, kuvvetiyle nezâret edecek müekkel bir melek vardır. Ondan daha aşağı, bir melek bir tâife-i mahsusaya nezâret etmekle Cenâb-ı Hakka ibâdet ve tesbih eden melekler var. Rezzâkıyet arşının hamelesinden olan Hazret-i Mîkâil Aleyhisselâm şunların en büyük nâzırlarıdır.

Meleklerin çoban ve çiftçiler mesâbesinde olanlarının insanlara müşâbehetleri yoktur. Çünkü, onların nezâretleri sırf Cenâb-ı Hakkın hesâbiyledir ve Onun nâmiyle ve kuvvetiyle ve emriyledir. Belki nezâretleri, yalnız Rubûbiyetin tecelliyâtını, memur olduğu nevide müşâhede etmek ve kudret ve rahmetin cilvelerini o nevide mütâlâa etmek ve evâmir-i İlâhiyeyi o nev'e bir nevi ilham etmek ve o nevin ef'âl-i ihtiyâriyesini bir nevi tanzim etmekten ibârettir. Ve bilhassa zeminin tarlasındaki nebâtâta nezâretleri, onların tesbihât-ı mâneviyelerini melek lisâniyle temsil etmek ve onların hayatlarıyla Fâtır-ı Zülcelâle karşı takdim ettiği tahiyyât-ı mâneviyelerini melek lisâniyle ilân etmek; hem onlara verilen cihazâtı hüsn-ü istimâl etmek ve bâzı gâyelere tevcih etmek ve bir nevi tanzim etmekten ibârettir.

Melâikelerin şu hizmetleri, cüz-i ihtiyârîleriyle bir nevi kisbdir, belki bir nevi ubûdiyet ve ibâdettir; tasarruf-u hakikileri yoktur. Çünkü, herşeyde Halık-ı Küll-i Şeye has bir sikke vardır; başkaları parmağını icada karıştıramaz. Demek, melâikelerin şu nevi amelleri ise, onların ibâdetidir; insan gibi, âdetleri değildir.

Ve bu saray-ı kâinatta ikinci kısım amele, hayvanâttır. Hayvanât dahi, iştihâ sahibi ve bir nefis ve bir cüz-i ihtiyârîleri olduğundan, amelleri "hâlisen livechillâh" olmuyor. Bir derece nefislerine de bir hisse çıkarıyorlar. Onun için Mâlikü'l-Mülk-ü Zülcelâli ve'l-İkram, Kerîm olduğundan onların nefislerine bir hisse vermek için amellerinin zımnında onlara bir maaş ihsan ediyor. Meselâ, meşhur bülbül kuşu; Haşiye gülün aşkıyla mâruf o hayvancığı, Fâtır-ı Hakîm istihdam ediyor. Beş gâye için onu istimâl ediyor:

Birincisi: Hayvanât kabîleleri nâmına, nebâtât tâifelerine karşı olan münâsebât-ı şedîdeyi ilâna memurdur.

İkincisi: Rahmân'ın rızka muhtaç misafirleri hükmünde olan hayvanât tarafından bir hatib-i Rabbânîdir ki, Rezzâk-ı Kerîm tarafından gönderilen hediyeleri alkışlamakla ve ilân-ı sürur etmekle muvazzaftır.

Üçüncüsü: Ebnâ-i cinsine imdad için gönderilen nebâtâta karşı hüsn-ü istikbâli herkesin başında izhâr etmektir.

Dördüncüsü: Nev-i hayvanâtın nebâtâta derece-i aşka vâsıl olan şiddet-i ihtiyacını nebâtâtın güzel yüzlerine karşı mübârek başları üstünde beyân etmektir.

Beşincisi: Mâlikü'l-Mülk-ü Zülcelâli ve'l-Cemâli ve'l-İkramın bârgâh-ı merhametine en latîf bir tesbihi, en latîf bir şevk içinde, gül gibi en latîf bir yüzde takdim etmektir.

İşte, şu beş gâyeler gibi başka mânâlar da vardır. Şu mânâlar ve şu gâyeler, bülbülün Hak Sübhânehü ve Teâlânın hesâbına ettiği amelin gâyesidir. Bülbül kendi diliyle konuşur. Biz şu mânâları onun hazin sözlerinden fehmediyoruz. Melâike ve ruhâniyâtın fehmettikleri gibi kendisi kendi nağamâtının mânâsını tamamen bilmese de fehmimize zarar vermez. "Dinleyen söyleyenden daha iyi anlar" meşhurdur. Hem, bülbül şu gâyeleri tafsilâtıyla bilmemesinden, olmamasına delâlet etmiyor. Lâakal, saat gibi sana evkâtını bildirir; kendisi bilmiyor ne yapıyor. Bilmemesi senin bildiğine zarar vermez.

Ammâ o bülbülün cüz'î maaşı ise, o tebessüm eden ve gülen güzel gül çiçeklerinin müşâhedesiyle aldığı zevk ve onlarla muhâvere ve konuşmak ve dertlerini dökmekle aldığı telezzüzdür. Demek onun nağamât-ı hazinesi, hayvanî teellümâttan gelen teşekkiyât değil, belki atâyâ-i Rahmâniyeden gelen bir teşekkürâttır.

Bülbüle nahli, fahli, ankebût ve nemli; yani arı ve vâsıta-i nesil erkek hayvan ve örümcek ve karınca ve hevam ve küçük hayvanların bülbüllerini kıyas et. Herbirinin amellerinin bülbül gibi çok gâyeleri var. Onlar için de birer maaş-ı cüz'î hükmünde birer zevk-i mahsus, hizmetlerinin içinde derc edilmiştir. O zevk ile san'at-ı Rabbâniyedeki mühim gâyelere hizmet ediyorlar. Nasıl ki bir sefine-i sultaniyede bir nefer dümencilik edip, bir cüz'î maaş alır; öyle de, hizmet-i Sübhâniyede bulunan bu hayvanâtın, birer cüz'î maaşları vardır.

 


 

Haşiye: Bülbül şâirâne konuştuğu için şu bahsimiz de bir parça şâirâne düşüyor. Fakat hayal değil, hakikattir.

Bülbül bahsine bir tetimme

Sakın zannetme ki, bu ilân ve dellâllık ve tesbihâtın nağamâtıyla tegannî bülbüle mahsustur. Belki, ekser envain herbir nevinin bülbül misâli bir sınıfı var ki, o nevin en latîf hissiyâtını, en latîf bir tesbih ile, en latîf sec'alarla temsil edecek birer latîf ferdi veya efrâdı bulunur. Hususan sinek ve böceklerin bülbülleri hem çoktur, hem çeşit çeşittirler ki, onlar bütün kulağı bulunanların en küçük hayvandan en büyüğüne kadar olanların başlarında tesbihâtlarını güzel sec'alarla onlara işittirip, onları mütelezziz ediyorlar.

Onlardan bir kısmı leylîdir; gecede sükûta dalan ve sükûnete giren bütün küçük hayvanların kasîdehan enîsleri, gecenin sükûnetinde ve mevcudâtın sükûtunda onların tatlı sözlü nutukhanlarıdır ve o meclis-i havlette olan zikr-i hafînin dairesinde birer kutubdur ki, her birisi onu dinler, kendi kalbleriyle Fâtır-ı Zülcelâllerine bir nevi zikir ve tesbih ederler.

Diğer bir kısmı, nehârîdir; gündüzde ağaçların minberlerinde, bütün zîhayatların başlarında, yaz ve bahar mevsimlerinde yüksek âvazlarıyla, latîf nağamât ile, sec'alı tesbihât ile, Rahmânirrahîmin rahmetini ilân ediyorlar. Güyâ bir zikr-i cehrî halkasının bir reisi gibi, işitenlerin cezbelerini tahrik ediyorlar ki, o vakit işitenlerin her birisi lisân-ı mahsusuyla ve bir âvâz-ı hususi ile Fâtır-ı Zülcelâlinin zikrine başlar.

Demek, herbir nevi mevcudâtın, hattâ yıldızların bir serzakiri ve nurefşân bir bülbülü var. Fakat, bütün bülbüllerin en efdali, en eşrefi ve en münevveri ve en bâhiri ve en azîmi ve en kerîmi ve sesçe en yüksek ve vasıfça en parlak ve zikirce en etemm ve şükürce en eâmm ve mahiyetçe en ekmel ve sûretçe en ecmel, kâinat bostanında arz ve semâvâtın bütün mevcudâtını latîf secaâtıyla, leziz nağamâtıyla, ulvî tesbihâtıyla vecde ve cezbeye getiren, nev-i beşerin andelîb-i zîşânı ve benîâdem'in bülbül-ü zü'l-Kur'ân'ı, Muhammed-i Arabîdir.

 

Elhâsıl: Kâinat sarayında hizmet eden hayvanât, kemâl-i itaatle evâmir-i tekviniyeye imtisâl edip, fıtratlarındaki gâyeleri güzel bir vecihle ve Cenâb-ı Hakkın nâmiyle izhâr ederek, hayatlarının vazifelerini bedî bir tarz ile Cenâb-ı Hakkın kuvvetiyle işlemekle ettikleri tesbihât ve ibâdât, onların hedâyâ ve tahiyyâtlarıdır ki, Fâtır-ı Zülcelâl ve Vâhib-i Hayat dergâhına takdim ediyorlar.

Üçüncü kısım ameleler, nebâtât ve cemâdâttır. Onların cüz-i ihtiyârîleri olmadığı için, maaşları yoktur. Amelleri ,"hâlisen livechillâhtır" ve Cenâb-ı Hakkın irâdesiyle ve ismiyle ve hesâbiyle ve havl ve kuvvetiyledir. Fakat nebâtâtın gidişâtlarından hissolunuyor ki, onların vezâif-i telkıh ve tevlidde ve meyvelerin terbiyesinde bir çeşit telezzüzâtları var. Fakat, hiç teellümâta mazhar değiller. Hayvan, muhtar olduğu için, lezzet ile beraber elemi de var. Cemâdât ve nebâtâtın amellerinde ihtiyâr gelmediği için eserleri de ihtiyâr sahibi olan hayvanların amellerinden daha mükemmel oluyor. İhtiyâr sahibi olanların içinde, arı emsâli gibi vahiy ve ilham ile tenevvür edenlerin amelleri, cüz-i ihtiyârîsine itimad edenlerin amellerinden daha mükemmeldir.

 


 

Ona, âline ve benzerleri olan diğer peygamberlere en üstün salâvâtlar ve en güzel selâmlar eyle.

Yeryüzünün tarlasında nebâtâtın her bir tâifesi, lisân-ı hal ve istidad diliyle Fâtır-ı Hakîmden suâl ediyorlar, duâ ediyorlar ki, "Yâ Rabbenâ! Bize kuvvet ver ki, yeryüzünün herbir tarafında tâifemizin bayrağını dikmekle, saltanat-ı Rubûbiyetini lisânımızla ilân edelim; ve rûy-i arz mescidinin herbir köşesinde Sana ibâdet etmek için bize tevfîk ver ve meşhergâh-ı arzın her bir tarafında Senin Esmâ-i Hüsnânın nakışlarını, Senin bedî ve antika sanatlarını kendi lisânımızla teşhir etmek için bize bir revac ve seyahate iktidar ver" derler.

Fâtır-ı Hakîm onların mânevî duâlarını kabul edip-ki, bir tâifenin tohumlarına kıldan kanatçıklar verir-her tarafa uçup gidiyorlar, tâifeleri nâmına esmâ-i İlâhiyeyi okutturuyorlar-ekser dikenli nebâtât ve bir kısım sarı çiçeklerin tohumları gibi. Ve bir kısmına da, insana lâzım veya hoşuna gidecek güzel et veriyor, insanı ona hizmetkâr edip her tarafa ekiyor. Bâzı tâifelerine de, hazmolmayacak sert bir kemik üstünde hayvanlar yutacak bir et veriyor ki; hayvanlar onu çok taraflara dağıtıyorlar. Bâzılara da çengelcikleri verip; her temas edene yapışıyor, başka yerlere giderek tâifesinin bayrağını dikerler, Sâni-i Zülcelâlin antika sanatını teşhir ediyorlar. Ve bir kısmına da, acı düğelek denilen nebâtât gibi, saçmalı tüfek gibi bir kuvvet verir ki, vakti geldiği zaman onun meyvesi olan hıyarcık düşer, saçmalar gibi bir kaç metre yerlere tohumcuklarını atar, zer' eder, Fâtır-ı Zülcelâlin zikir ve tesbihini kesretli lisânlarla söylettirmeye çalışırlar; ve hâkezâ, kıyas et.

Fâtır-ı Hakîm ve Kâdir-i Alîm kemâl-i intizamla, herşeyi güzel yaratmış, güzel teçhiz etmiş, güzel gâyelere tevcih etmiş, güzel vazifelerle tavzif etmiş, güzel tesbihât yaptırıyor, güzel ibâdet ettiriyor. Ey insan! İnsan isen, şu güzel işlere tabiatı, tesadüfü, abesiyeti, dal karıştırma; çirkin etme, çirkin yapma, çirkin olma.

Dördüncü kısım, insandır. Şu kâinat sarayında bir nevi hademe olan insanlar, hem melâikeye benzer, hem hayvanâta benzer. Melâikeye, ubûdiyet-i külliyede, nezâretin şümûlünde, mârifetin ihâtasında, Rubûbiyetin dellâllığında meleklere benzer; belki insan daha câmi'dir. Fakat, insanın şerîre ve iştihâlı bir nefsi bulunduğundan, melâikenin hilâfına olarak, pek mühim terakkiyât ve tedenniyâta mazhardır. Hem, insan, amelinde nefsi için bir haz ve zâtı için bir hisse aradığı için, hayvana benzer.

Öyle ise, insanın iki maaşı var: Biri cüz'îdir, hayvanîdir, muacceldir; ikincisi melekîdir, küllîdir, müecceldir. Şimdi, insanın vazifesiyle maaşı ve terakkiyât ve tedenniyâtı, geçen yirmi üç adet Sözlerde kısmen geçmiştir; hususan On Birinci ve Yirmi Üçüncüde daha ziyâde beyân edilmiş. Onun için şurada ihtisar ederek kapıyı kapıyoruz. Erhamü'r-Râhimînden rahmet kapılarını bize açmasını ve şu sözün tekmîline tevfîkını refîk eylemesini niyaz ile, kusurumuzun ve hatâmızın afvını talep ile hatmediyoruz.

Beşinci Dal

Beşinci Dalın "Beş Meyve"si var.

Birinci Meyve: Ey nefisperest nefsim, ey dünyaperest arkadaşım! Muhabbet, şu kâinatın bir sebeb-i vücududur, hem şu kâinatın râbıtasıdır, hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır. İnsan kâinatın en câmi' bir meyvesi olduğu için, kâinatı istilâ edecek bir muhabbet, o meyvenin çekirdeği olan kalbine derc edilmiştir. İşte şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemâl sahibi olabilir.

İşte, ey nefis ve ey arkadaş! İnsanın, havfa ve muhabbete âlet olacak iki cihaz, fıtratında derc olunmuştur. Alâküllihâl, o muhabbet ve havf, ya halka veya Halıka müteveccih olacak. Halbuki halktan havf ise, elîm bir beliyyedir; halka muhabbet dahi belâlı bir musîbettir. Çünkü, sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez veya senin istirhâmını kabul etmez. Şu halde, havf elîm bir belâdır.

Muhabbet ise, sevdiğin şey, ya seni tanımaz, Allaha ısmarladık demeyip gider (gençliğin ve malın gibi); ya muhabbetin için seni tahkir eder. Görmüyor musun ki, mecâzî aşklarda yüzde doksan dokuzu mâşukundan şikâyet eder. Çünkü, Samed aynası olan bâtın-ı kalb ile, sanem-misâl dünyevî mahbublara perestiş etmek, o mahbubların nazarında sakîldir ve istiskâl eder, reddeder. Zîrâ fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar. (Şehevânî sevmekler, bahsimizden hariçtir.) Demek, sevdiğin şeyler ya seni tanımıyor, ya seni tahkir ediyor, ya sana refâkat etmiyor, senin rağmına müfârakat ediyor. Mâdem öyledir, bu havf ve muhabbeti, öyle birisine tevcih et ki, senin havfın lezzetli bir tezellül olsun, muhabbetin zilletsiz bir saadet olsun.

Evet, Halık-ı Zülcelâlinden havf etmek, Onun rahmetinin şefkatine yol bulup ilticâ etmek demektir. Havf, bir kamçıdır; Onun rahmetinin kucağına atar. Mâlûmdur ki, bir vâlide, meselâ, bir yavruyu korkutup, sînesine celb ediyor. O korku, o yavruya gayet lezzetlidir. Çünkü, şefkat sînesine celb ediyor. Halbuki, bütün vâlidelerin şefkatleri, rahmet-i İlâhiyenin bir lem'asıdır. Demek, havfullahta bir azîm lezzet vardır.

Mâdem havfullâhın böyle lezzeti bulunsa, muhabbetullahta ne kadar nihayetsiz lezzet bulunduğu mâlûm olur. Hem, Allah'tan havf eden, başkaların kasâvetli, belâlı havfından kurtulur. Hem, Allah hesâbına olduğu için mahlûkata ettiği muhabbet dahi, firâklı, elemli olmuyor.

Evet, insan evvelâ nefsini sever, sonra akâribini, sonra milletini, sonra zîhayat mahlûkları, sonra kâinatı, dünyayı sever; bu dairelerin herbirisine karşı alâkadardır. Onların lezzetleriyle mütelezziz ve elemleriyle müteellim olabilir. Halbuki, şu herc ü merc âlemde ve rüzgâr deverânında hiçbir şey kararında kalmadığından bîçare kalb-i insan, her vakit yaralanıyor. Elleri yapıştığı şeylerle, o şeyler gidip ellerini paralıyor, belki koparıyor. Dâimâ ıztırap içinde kalır, yahut gaflet ile sarhoş olur.

Mâdem öyledir, ey nefis, aklın varsa bütün o muhabbetleri topla, hakiki sahibine ver, şu belâlardan kurtul. Şu nihayetsiz muhabbetler, nihayetsiz bir kemâl ve cemâl Sahibine mahsustur; ne vakit Hakiki Sahibine verdin, o vakit bütün eşyayı Onun nâmiyle ve Onun aynası olduğu cihetle ızdırapsız sevebilirsin. Demek, şu muhabbet doğrudan doğruya kâinata sarf edilmemek gerektir. Yoksa, muhabbet, en leziz bir nimet iken, en elîm bir nikmet olur.

Bir cihet kaldı ki, en mühimi de odur ki, ey nefis, sen muhabbetini kendi nefsine sarf ediyorsun! Sen, kendi nefsini kendine ma'bud ve mahbub yapıyorsun. Her şeyi nefsine fedâ ediyorsun. Âdetâ bir nevi rubûbiyet veriyorsun. Halbuki, muhabbetin sebebi, ya kemâldir-zîrâ kemâl zâtında sevilir-yahut menfaattir, yahut lezzettir, veyahut hayriyettir, ya bunlar gibi bir sebep tahtında muhabbet edilir. Şimdi, ey nefis! Birkaç sözde katî ispat etmişiz ki, asıl mahiyetin kusur, naks, fakr, aczden yoğrulmuştur ki, zulmet karanlığın derecesi nispetinde nurun parlaklığını gösterdiği gibi, zıddiyet itibâriyle sen onlarla Fâtır-ı Zülcelâlin kemâl, cemâl, kudret ve rahmetine âyinedarlık ediyorsun. Demek ey nefis! Nefsine muhabbet değil, belki adâvet etmelisin; veyahut acımalısın; veyahut mutmainne olduktan sonra, şefkat etmelisin. Eğer nefsini seversen-çünkü senin nefsin lezzet ve menfaatin menşeidir; sen de, lezzet ve menfaatin zevkine meftunsun-o zerre hükmünde olan lezzet ve menfaat-i nefsiyeyi nihayetsiz lezzet ve menfaatlere tercih etme. Yıldız böceği gibi olma. Çünkü o, bütün ahbabını ve sevdiği eşyayı karanlığın vahşetine gark eder, nefsinde bir lem'acık ile iktifâ eder. Zîrâ, nefsî olan lezzet ve menfaatinle beraber bütün alâkadar olduğun ve bütün menfaatleriyle intifâ ettiğin ve saadetleriyle mes'ud olduğun bütün kâinatın menfaatleri, nimetleri iltifatına tâbi bir Mahbub-u Ezelîyi sevmekliğin lâzımdır. Tâ, hem kendinin, hem bütün onların saadetleriyle mütelezziz olasın. Hem, Kemâl-i Mutlakın muhabbetinden aldığın nihayetsiz bir lezzeti alasın.

Zâten sana, sende senin nefsine olan şedid muhabbetin, Onun zâtına karşı muhabbet-i zâtiyedir ki, sen sû-i istimâl edip kendi zâtına sarf ediyorsun. Öyle ise, nefsindeki ene'yi yırt, -1- 'yi göster. Ve kâinata dağınık bütün muhabbetlerin,Onun esmâ ve sıfâtına karşı verilmiş bir muhabbettir; sen sû-i istimâl etmişsin. Cezasını da çekiyorsun. Çünkü, yerinde sarf olunmayan bir muhabbet-i gayr-i meşrûanın cezası, merhametsiz bir musîbettir. Rahmânü'r-Rahîm ismiyle, hûrilerle müzeyyen Cennet gibi, senin bütün arzularına câmi' bir meskeni, senin cismânî hevesâtına ihzâr eden ve sâir esmâsıyla senin ruhun, kalbin, sırrın, aklın ve sâir letâifin arzularını tatmin edecek ebedî ihsanâtını o Cennette sana müheyyâ eden ve her bir isminde mânevî çok hazîne-i ihsan ve kerem bulunan bir Mahbub-u Ezelînin, elbette bir zerre muhabbeti kâinata bedel olabilir; kâinat, Onun bir cüz'î tecellî-i muhabbetine bedel olamaz. Öyle ise, o Mahbub-u Ezelînin, Kendi habîbine söylettirdiği şu ferman-ı ezelîyi dinle, ittibâ et:

-2-

 


 

1- O [Allah].

2- Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin. (Âl-i İmrân Sûresi: 31.)

İkinci Meyve: Ey nefis! Ubûdiyet, mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika değil, belki netice-i nimet-i sâbıkadır. Evet, biz ücretimizi almışız; ona göre hizmetle ve ubûdiyetle muvazzafız.

Çünkü, ey nefis! Hayr-ı mahz olan vücudu sana giydiren Halık-ı Zülcelâl sana iştihâlı bir mide verdiğinden, Rezzâk ismiyle bütün mat'umâtı bir sofra-i nimet içinde senin önüne koymuştur. Sonra, sana hassâsiyetli bir hayat verdiğinden, o hayat dahi bir mide gibi rızık ister. Göz, kulak gibi bütün duyguların, eller gibidir ki, rûy-i zemin kadar geniş bir sofra-i nimeti o ellerin önüne koymuştur. Sonra, mânevî çok rızık ve nimetler isteyen insaniyeti sana verdiğinden, âlem-i mülk ve melekût gibi geniş bir sofra-i nimet, o mide-i insaniyetin önüne ve aklın eli yetişecek nisbette sana açmıştır. Sonra, nihayetsiz nimetleri isteyen ve hadsiz rahmetin meyveleriyle tegaddî eden ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyeti ve imânı sana verdiğinden, daire-i mümkinât ile beraber, Esmâ-i Hüsnâ ve Sıfât-ı Mukaddesenin dairesine şâmil bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana fethetmiştir. Sonra, imânın bir nuru olan muhabbeti sana vermekle, gayr-i mütenâhî bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana ihsan etmiştir. Yani, cismâniyetin itibâriyle küçük, zayıf, âciz, zelîl, mukayyed, mahdut bir cüz'sün. Onun ihsanıyla, cüz'î bir cüz'den, küllî bir küll-ü nurânî hükmüne geçtin. Zîrâ, hayatı sana vermekle, cüz'iyetten bir nevi külliyete; ve insaniyeti vermekle, hakiki külliyete; ve İslâmiyeti vermekle, ulvî ve nurânî bir külliyete; ve mârifet ve muhabbeti vermekle, muhît bir nura seni çıkarmış.

İşte ey nefis! Sen bu ücreti almışsın. Ubûdiyet gibi lezzetli, nimetli, rahatlı, hafif bir hizmetle mükellefsin. Halbuki, buna da tembellik ediyorsun. Eğer yarım yamalak yapsan da, güyâ eski ücretleri kâfi gelmiyormuş gibi, çok büyük şeyleri mütehakkimâne istiyorsun. Ve hem, "Niçin duâm kabul olmadı?" diye nazlanıyorsun. Evet, senin hakkın naz değil, niyazdır. Cenâb-ı Hak, Cenneti ve saadet-i ebediyeyi mahz-ı fazl ve keremiyle ihsan eder. Sen, dâimâ rahmet ve keremine ilticâ et, Ona güven ve şu fermanı dinle:

 

Eğer desen: "Şu küllî hadsiz nimetlere karşı, nasıl şu mahdut ve cüz'î şükrümle mukabele edebilirim?"

Elcevap: Küllî bir niyetle, hadsiz bir îtikad ile. Meselâ, nasıl ki bir adam beş kuruş kıymetinde bir hediye ile bir padişahın huzuruna girer ve görür ki, herbiri milyonlara değer hediyeler, makbul adamlardan gelmiş, orada dizilmiş. Onun kalbine gelir, "Benim hediyem hiçtir, ne yapayım." Birden der: "Ey seyyidim! Bütün şu kıymettar hediyeleri kendi nâmıma sana takdim ediyorum. Çünkü, sen onlara lâyıksın. Eğer benim iktidarım olsaydı, bunların bir mislini sana hediye ederdim."

İşte hiç ihtiyacı olmayan ve raiyyetinin derece-i sadâkat ve hürmetlerine alâmet olarak hediyelerini kabul eden o padişah, o bîçarenin o büyük ve küllî niyetini ve arzusunu ve o güzel ve yüksek îtikad liyâkatini, en büyük bir hediye gibi kabul eder.

 


 

Onlara söyle ki, ancak Allah'ın lütfuyla ve rahmetiyle ferahlansınlar. Bu, onların dünyada toplayıp durduklarından daha hayırlıdır. (Yûnus Sûresi: 58.)

Aynen öyle de, âciz bir abd, namazında
der. Yani, bütün mahlûkatın hayatlarıyla Sana takdim ettikleri hediye-i ubûdiyetlerini, ben kendi hesâbıma umumunu Sana takdim ediyorum. Eğer elimden gelseydi, onlar kadar tahiyyeler Sana takdim edecektim. Hem, Sen onlara, hem daha fazlasına lâyıksın. İşte şu niyet ve îtikad, pek geniş bir şükr-ü küllîdir.

Nebâtâtın tohumları ve çekirdekleri, onların niyetleridir. Hem meselâ, kavun, kalbinde nüveler sûretinde bin niyet eder ki, "Yâ Halıkım! Senin Esmâ-i Hüsnânın nakışlarını yerin birçok yerlerinde ilân etmek isterim." Cenâb-ı Hak, gelecek şeylerin nasıl geleceklerini bildiği için, onların niyetlerini bilfiil ibâdet gibi kabul eder. "Müminin niyeti, amelinden hayırlıdır," şu sırra işaret eder. Hem, gibi hadsiz adetle tesbih etmenin hikmeti, şu sırdan anlaşılır.

Hem, nasıl bir zâbit bütün neferâtının yekûn hizmetlerini kendi nâmına padişaha takdim eder; öyle de, mahlûkata zâbitlik eden ve hayvanât ve nebâtâta kumandanlık yapan ve mevcudât-ı arzıyeye halîfelik etmeye kâbil olan ve kendi hususi âleminde kendini herkese vekil telâkkî eden insan, der; bütün halkın ibâdetlerini ve istiânelerini, kendi nâmına Ma'bud-u Zülcelâle takdim eder.

Hem der; bütün mevcudâtı kendi hesâbına söylettirir.

Hem, der; her şey nâmına bir salâvât getirir. Çünkü, her şey nur-u Ahmedî (a.s.m.) ile alâkadardır. İşte, tesbihâtta, salâvâtlarda hadsiz adetlerin hikmetini anla.

 


 

Câmiü's-Sağîr, 6:291, 292; Ramûzü'l-Ehâdis, s. 453; Kenzü'l-Ummâl, 3:419, hadîs no: 7236.

1- Bütün canlıların yaptıkları fıtrî ibadetler Allah'a mahsustur.

2- Mahlûkatının sayısınca, Zâtına lâyık şekilde, Arşının ağırlığınca, kelimelerinin mürekkebi miktarınca hamd ederek Seni her türlü kusur ve noksandan tenzih ederiz. Bütün peygamberlerinin, evliyâlarının ve meleklerinin tesbihâtıyla Seni tesbih ederiz.

3- Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz. (Fâtiha Sûresi: 5.)

4- Bütün mahlûkatının bütün tesbihâtıyla ve bütün masnuâtının dilleriyle Seni tesbih ederiz.

5- Allahım! Kâinatın zerreleri ve onlardan mürekkeb varlıkların adedince Muhammed'e rahmet eyle. 

Üçüncü Meyve: Ey nefis! Az bir ömürde hadsiz bir amel-i uhrevî istersen ve herbir dakika-i ömrünü bir ömür kadar faydalı görmek istersen ve âdetini ibâdete ve gafletini huzura kalbetmeyi seversen, Sünnet-i Seniyyeye ittibâ et. Çünkü, bir muâmele-i şer'iyeye tatbik-i amel ettiğin vakit, bir nevi huzur veriyor, bir nevi ibâdet oluyor, uhrevî çok meyveler veriyor. Meselâ, birşeyi satın aldın; icâb ve kabul-ü şer'iyeyi tatbik ettiğin dakikada, o âdi alış verişin bir ibâdet hükmünü alır. O tahattur-u hükm-ü şer'î, bir tasavvur-u vahiy verir; o dahi, şârii düşünmekle bir teveccüh-ü İlâhî verir; o dahi, bir huzur verir. Demek, Sünnet-i Seniyyeye tatbik-i amel etmekle, bu fânî ömür bâkî meyveler verecek bir hayat-ı ebediyeye medâr olacak olan faydalar elde edilir.

 

fermanını dinle; Şeriat ve Sünnet-i Seniyyenin ahkâmları içinde cilveleri intişâr eden Esmâ-i Hüsnânın herbir isminin feyz-i tecellîsine bir mazhar-ı câmi' olmaya çalış.

 

Dördüncü Meyve: Ey nefis! Ehl-i dünyaya, hususan ehl-i sefâhete, hususan ehl-i küfre bakıp, sûrî zînet ve aldatıcı gayr-i meşrû lezzetlerine aldanıp, taklit etme. Çünkü, sen onları taklid etsen, onlar gibi olamazsın; pekçok sukut edeceksin. Hayvan dahi olamazsın; çünkü, senin başındaki akıl, meş'um bir âlet olur, senin başını dâimâ dövecektir. Meselâ, nasıl ki bir saray bulunsa, büyük bir dairesinde büyük bir elektrik lâmbası bulunur. O elektrikten teşâub etmiş ve onunla bağlı küçük küçük elektrikler, küçük menzillere taksim edilmiş. Şimdi birisi o büyük elektrik lâmbasının düğmesini çevirip ziyâyı kapatsa, bütün menziller derin bir karanlık içine ve vahşete düşer.

Ve başka sarayda, büyük elektrik lâmbasıyla merbut olmayan küçük elektrik lâmbaları her menzilde bulunuyor. O saray sahibi büyük elektrik lâmbasının düğmesini çevirerek kapatsa, sâir menzillerde ışıklar bulunabilir, onunla işini görebilir. Hırsızlar istifade edemezler.

İşte ey nefsim! Birinci saray bir Müslümandır; Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, onun kalbinde, o büyük elektrik lâmbasıdır. Eğer onu unutsa, el-iyâzü billâh, kalbinden onu çıkarsa, hiçbir peygamberi daha kabul edemez; belki hiçbir kemâlâtın yeri, ruhunda kalamaz, hattâ Rabbini de tanımaz. Mahiyetindeki bütün menziller ve latîfeler karanlığa düşer ve kalbinde müthiş bir tahribât ve vahşet oluyor. Acaba bu tahribât ve vahşete mukabil hangi şeyi kazanıp ünsiyet edebilirsin? Hangi menfaati bulup o tahribât zararını onunla tâmir edersin? Halbuki, ecnebîler o ikinci saraya benzerler ki, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın nurunu kalblerinden çıkarsalar da, kendilerince bâzı nurlar kalabilir veya kalabilir zannederler. Onların mânevî kemâlât-ı ahlâkiyelerine medâr olacak Hazret-i Mûsâ ve İsâ Aleyhimesselâma bir nevi imânları ve Halıklarına bir çeşit îtikadları kalabilir.

 


Siz de hem Allah'a, hem de Ona ve Onun bütün sözlerine İmân eden o ümmî Peygambere, resûlüne İmân edin ve o Peygambere uyun ki, doğru yolu bulmuş olasınız. (A'râf Sûresi: 158.) 

Ey nefs-i emmâre! Eğer desen, "Ben, ecnebî değil, hayvan olmak isterim." Sana kaç defa söylemiştim, hayvan gibi olamazsın. Zîrâ, kafandaki akıl olduğu için, o akıl, geçmiş elemleri ve gelecek korkuları tokatıyla, senin yüzüne, gözüne, başına çarparak döğüyor; bir lezzet içinde bin elem katıyor. Hayvan ise, elemsiz güzel bir lezzet alır, zevk eder. Öyle ise, evvelâ aklını çıkar at, sonra hayvan ol. Hem, -1- sille-i te'dibini gör."

Beşinci Meyve:

Ey nefis! Mükerreren söylediğimiz gibi, insan, şecere-i hilkatin meyvesi olduğundan, meyve gibi en uzak ve en câmi' ve umuma bakar ve umumun cihetü'l-vahdetini içinde saklar bir kalb çekirdeğini taşıyan ve yüzü kesrete, fenâya, dünyaya bakan bir mahlûktur. Ubûdiyet ise, onun yüzünü fenâdan bekâya, halktan Hakka, kesretten vahdete, müntehâdan mebde'ye çeviren bir hayt-ı vuslat, yahut mebde' ve müntehâ ortasında bir nokta-i ittisâldir.

Nasıl ki tohum olacak kıymettar bir meyve-i zîşuur, ağacın altındaki zîruhlara baksa, güzelliğine güvense, kendini onların ellerine atsa veya gaflet edip düşse, onların ellerine düşecek, parçalanacak, âdi birtek meyve gibi zâyi olacak. Eğer o meyve, nokta-i istinadını bulsa, içindeki çekirdek, bütün ağacın cihetü'l-vahdetini tutmakla beraber ağacın bekâsına ve hakikatinin devamına vâsıta olacağını düşünebilse, o vakit o tek meyve içinde birtek çekirdek, bir hakikat-i külliye-i dâimeye, bir ömr-ü bâkî içinde mazhar oluyor.

Öyle de, insan, eğer kesrete dalıp kâinat içinde boğulup dünyanın muhabbetiyle sersem olarak fânîlerin tebessümlerine aldansa, onların kucaklarına atılsa, elbette nihayetsiz bir hasârete düşer. Hem fenâ, hem fânî, hem ademe düşer; hem mânen kendini idâm eder. Eğer lisân-ı Kur'ân'dan kalb kulağıyla İmân derslerini işitip başını kaldırsa, vahdete müteveccih olsa, ubûdiyetin mi'racıyla arş-ı kemâlâta çıkabilir, bâkî bir insan olur.

Ey nefsim! Mâdem hakikat böyledir ve mâdem millet-i İbrâhimiyedensin (a.s.), İbrâhimvâri, -2- de. Ve Mahbub-u Bâkîye yüzünü çevir ve benim gibi şöyle ağla:

[Buradaki Fârisî beyitler, On Yedinci Sözün İkinci
Makamında yazılmakla burada yazılmamıştır.]

 


 

1- Hayvan gibi, hattâ onlardan da aşağıdırlar. (Furkan Sûresi: 44.)

2- Ben batıp gidenleri sevmem. (En'âm Sûresi: 76.)


   
Senden Önce 254 ziyaretçi (349 klik) Kişi Buradaydi.
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol