İslam Ansiklopedisi - Namaz ve Biz - sozler25
   
Menü
  Ana Sayfa
  İletişim
  Yorum Ve Görüşleriniz
  Burdayiz
  Bize Destek Olun
  DOSTLARIMIZ
  Anket
  Ahir Zaman
  Al-i İmran Suresi
  Allah'tan Korkmak
  Allah'ın 99 İsmi
  A'raf Suresi
  Ashab-i Kehf
  Bakara Suresi
  BAS ÖRTÜSÜ
  Bediuzzaman Said Nursi
  Berat Kandili
  Büyük Günahlar
  Cennet Ve Cehennem
  Cinler
  Dinimiz
  Din Eğitiminde İnsanın Merkezileşmesi
  Din Ve İnsan
  El Zinasi
  Esmâül Hüsnâ
  Evreni Allah Yarattı
  Evrenin Ölümünün Ardından
  Esmaül Hüsnanin Önemi
  Esma-i Hüsnâ'dan Esintiler
  Esnaül Hüsna Faziletleri - Faydalari
  Esmaül Hüsna (Geniş Anlamlı)
  Esmaül Hüsna Zikirleri
  Filistine Destek İHH
  Filistine Destek K.Y.M
  Kiyamete Dogru
  Günün Konusu
  Site Haritasi
  Soru Cevap
  Şiirler
  Risale-i Nur
  Resim Galerisi
  İlahi Oku
  Peygamberlerimiz
  Gusül Ve Abdest
  Islamda Kadın ve Erkek
  Mezhebler
  Mucizeler
  ViDEOLAR
  SiiR
  Namaz Hakkında
  Namazın Edebi
  Namaz Vakitleri
  Namaz ve Sağlık
  Namazlar ve Niyet
  54 FARZ
  Zina Ve Çeşitleri
  Zinanin Kötülüğü
  Zina Ve Dünyevi Azabi
  Zinanin Uhrevi Azabi
  Göz Zinasi
  Göz Zinasi 2
  Gıybet
  Zulüm
  Kibir
  Kızmak
  Şehvet
  Haram ve Şüpheli Yemek
  Kur'an Ve Önemi
  Yunus Suresi
  Fil Suresi
  Kureyş Suresi
  Kuranin Önemi
  Kur'anin İnişi
  İnsan
  İbadetin Önemi
  Nefis
  Ölüm
  Oruç Ve Çeşitleri
  Oruçlarda Niyetin Vakti
  Orucu Bozan Şeyler
  Farz Oruçlar
  Oruç Çeşitleri
  Mübarek Aylar,Günler ve Geceler
  Kadir Gecesi
  Recep Ayı
  Regaib Gecesi
  Miraç Kandili
  Şaban Ayı
  Ramazan Ayı
  Şevval Ayı
  Kurban ve Kurban Bayrami
  Muharrem Ayı ve Aşure Günü
  Kutlu Doğum ve Mevlid Kandili
  Kıyamet
  Kıyamet Günü 1
  Kıyamet Günü 2
  Kıyamet Günü 3
  Hz. Mehdi
  İlahiler
  Karışık İlahi
 
  Esmaül Hüsna Esintisi Dergisi
  Ilk Müslümanlar
  Islam Tarihimiz
  Resimli Namaz Anlatimi
  Islam Alimleri
  Kabe
  Nasihatlar
  HlCRET
  Kuran Ögreniyorum
  DuaIar
  Ahlak Bilgileri
  Besmele Kampanyasi
  Tevhidisohbet
  Sahabaler
  Hadisler
  Osmanli Padisahlari
  Türkiye il ve ilçeler
  İl İl Namaz Vakitleri
  il il imsakiye - İftar Vakitleri
  Güzel Sözler
  Dursun Ali Erzincanlı
  Şifali Bitkiler
  ilmihal
  Unutulan Sünnetler
  İslami Resimler
  Salavat
  Bilim
  Ramazana Özel
  Kuran-ı Kerim Türkçe Meali
 
  Bediüzzaman Said Nursi Hayati
  Sözler
  Mektubat
  Lemalar
  Şualar
  Hür Adam Bediuzzaman Said Nursi - Fragman
 
  Atatürk
  Ödevler
 
  Teknoloji
 
  Google
  Faydalı Siteler
 
  Facebook
  Reklam

 



"O, yaratan, var eden, şekil veren Allah'tır. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanlar O'nun şanını yüceltmektedirler. O, galiptir, hikmet sahibidir.(Haşr-24)"

 
ALLAH
(Uluhiyete mahsus sıfatların hepsini kendinde toplayan İsm-i Azam)

RAHMÂN
(Bütün yaratılmışlar hakkında hayır ve merhameti tercih eden)

RAHÎM
(Çok merhamet eden, nimet veren)

MELİK
(Bütün kainatın tek sahibi ve mutlak hükümdarı)

KUDDÛS
(Hatadan, gafletten ve her eksiklikten münezzeh)

SELÂM
(Esenlik veren, kullarını selamete çıkaran)

MÜ'MİN
(Gönüllere iman ışığını veren, vaadine güvenilen)

MÜHEYMİN
(Kainatın bütün işlerini gözetip yöneten)

AZÎZ
(Yenilmeyen yegane galip)

CEBBÂR
(İradesini her durumda yürüten, dilediğini zorla yaptırmaya muktedir olan)

MÜTEKEBBİR
(Her şeyde büyüklüğünü gösteren)

HÂLIK
(Büyün mevcudatı takdirine uygun şekilde yaratan)

BÂRİ'
(Bir model olmaksızın canlıları yaratan)

MUSAVVİR
(Her şeye şekil ve özellik veren)

GAFFÂR
(Daima affeden, tekrarlanan günahları bağışlayan)

KAHHÂR
(Her şeye her istediğini yapacak şekilde galip ve hakim)

VEHHÂB
(Karşılık beklemeden bol bol veren)

REZZÂK
(Bedenlerin ve ruhların gıdasını yaratıp veren)

FETTÂH
(Zorlukları kolaylaştıran ve iyilik kapılarını açan)

ALÎM
(Herşeyi çok iyi bilen)

KÂBID
(Rızkı tutan, canlıların ruhunu alan)

BÂSIT
(Rızkı genişleten, ruhları bedenlerine yayan)

HÂFID
(Alçaltan, zillete düşüren)

RÂFİ'
(Yukarı kaldıran, yükselten)

MUİZ
(Yücelten, izzet ve şeref veren)

MÜZİL
(Alçaltan, zillet veren)

SEMİ'
(Her şeyi işiten)

BASÎR
(Her şeyi gören)

HAKEM
(Son hükmü veren)

ADL
(Mutlak adalet sahibi, çok adaletli)

LATÎF
(Yaratılmışların ihtiyacını en ince noktasına kadar bilip, sezilmez yollarla karşılayan)

HABÎR
(Her şeyin iç yüzünden haberdar olan)

HALÎM
(Acele ile ve kızgınlıkla muamele etmeyen)

AZÎM
(Zatının ve sıfatlarının mahiyeti anlaşılamayacak kadar ulu)

GAFÛR
(Bütün günahları bağışlayan)

ŞEKÛR
(Az iyiliğe çok mükafat veren)

ALÎ
(İzzet, şeref ve hükümranlik bakımından en yüce, aşkın)

KEBÎR
(Zatının ve sıfatlarının mahiyeti anlaşılamayacak kadar ulu)

HAFÎZ
(Koruyup gözeten ve dengede tutan)

MUKÎT
(Bedenlerin ve ruhların gıdasını yaratip veren, bilip gücü yeten ve koruyan)

HASÎB
(Kullarının her yaptığını bilen, onları hesaba çeken)

CELÎL
(Azamet sahibi)

KERÎM
(Lütuf ve keremi çok bol ve çok geniş)

RAKÎB
(Büyün varlığı gözetleyip, kontrol eden)

MÜCÎB
(Dualara karşılık veren)

VÂSİ'
(İlmi ve merhameti herşeyi kuşatan)

HAKÎM
(Bütün emirleri ve işleri hikmetli olan)

VEDÛD
(Kullarını çok seven, sevilmeye gerçekten layık olan)

MECÎD

Türkiye'nin En Büyük
İslam Ansiklopedisi
Olma Yolunda Hızla Gelişen Bir Sitedir.
İslam Ansiklopedisi 2008 - 2021 ©
Yirmi Beşinci Söz

 

Mu'cizât-ı Kur'âniye Risâlesi

 

Elde Kur'ân gibi bir mu'cize-i bâkî varken, başka bürhan aramak aklıma zâid görünür.

Elde Kur'ân gibi bir bürhan-ı hakikat varken, münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir?

İhtar

 

[Şu Sözün başında Beş Şûleyi yazmak niyet ettik. Fakat Birinci Şûlenin âhirlerinde eski hurufâtla tâb etmek için gayet sür'atle yazmaya mecbur olduk. Hattâ bâzı gün yirmi otuz sayfayı iki üç saat içinde yazıyorduk. Onun için Üç Şûleyi ihtisâren, icmâlen yazarak İki Şûleyi de şimdilik terk ettik. Bana âit kusurlar ve noksaniyetler ve işkâl ve hatâlara nazar-ı insaf ve müsâmaha ile bakmalarını ihvanlarımızdan bekleriz.]

Bu Mu'cizât-ı Kur'âniye Risâlesindeki ekser âyetlerin herbiri, ya mülhidler tarafından medâr-ı tenkit olmuş veya ehl-i fen tarafından itiraza uğramış veya cinnî ve insî şeytanların vesvese ve şüphelerine mâruz olmuş âyetlerdir. İşte bu Yirmi Beşinci Söz öyle bir tarzda o âyetlerin hakikatlerini ve nüktelerini beyân etmiş ki, ehl-i ilhad ve fennin kusur zannettikleri noktalar i'câzın lemeâtı ve belâgat-ı Kur'âniyenin kemâlâtının menşe'leri olduğu, ilmî kaideleriyle ispat edilmiş. Bulantı vermemek için onların şüpheleri zikredilmeden cevab-ı katî verilmiş. gibi, yalnız Yirminci Sözün Birinci Makamında, üç dört âyette şüpheleri söylenmiş.

 



 

Güneş döner (Yâsin Sûresi: 38) • Dağları birer kazık yapmadık mı? (Nebe Sûresi: 7.)

Hem bu Mu'cizât-ı Kur'âniye Risâlesi gerçi gayet muhtasar ve acele yazılmış ise de, fakat ilm-i belâgat ve ulûm-u Arabiye noktasında, âlimlere hayret verecek derecede âlimâne ve derin ve kuvvetli bir tarzda beyân edilmiş. Gerçi her bahsini her ehl-i dikkat tam anlamaz, istifade etmez. Fakat, o bahçede herkesin ehemmiyetli hissesi var. Pek acele ve müşevveş hâletler içinde telif edildiğinden, ifade ve ibâresinde kusur var olmasıyla beraber, ilim noktasında çok ehemmiyetli meselelerin hakikatini beyân etmiş.

Said Nursî

Mu'cizât-ı Kur'âniye Risâlesi

 

 

 

Mahzen-i mu'cizât ve mu'cize-i kübrâ-i Ahmediye (a.s.m.) olan Kur'ân-ı Hakîm-i Mu'cizü'l-Beyânın hadsiz vücûh-u i'câzından kırka yakın vücûh-u i'câziyeyi Arabî risâlelerimde ve Arabî Risâle-i Nur'da ve İşârâtü'l-İ'câz nâmındaki tefsirimde ve geçen şu Yirmi Dört Sözlerde işaretler etmişiz. Şimdi onlardan yalnız beş vechini bir derece beyân ve sâir vücûhu içlerinde icmâlen derc ederek ve bir Mukaddeme ile onun tarif ve mahiyetine işaret edeceğiz.

Mukaddeme

 

Üç Cüz'dür.

Birinci Cüz: Kur'ân nedir, tarifi nasıldır?

Elcevap: On Dokuzuncu Sözde beyân edildiği ve sâir Sözlerde ispat edildiği gibi,

Kur'ân, şu kitâb-ı kebîr-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi;

ve âyât-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi' dillerinin tercümân-ı ebedîsi;

ve şu âlem-i gayb ve şehâdet kitâbının müfessiri;

ve zeminde ve gökte gizli esmâ-i İlâhiyenin mânevî hazînelerinin keşşâfı;

ve sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakâikın miftâhı;

ve âlem-i şehâdette âlem-i gaybın lisânı;

ve şu âlem-i şehâdet perdesi arkasında olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatât-ı ebediye-i Rahmâniye ve hitâbât-ı ezeliye-i Sübhâniyenin hazînesi;

ve şu İslâmiyet âlem-i mânevîsinin güneşi, temeli, hendesesi;

ve avâlim-i uhreviyenin mukaddes haritası;

ve zât ve sıfât ve esmâ ve şuûn-u İlâhiyenin kavl-i şârihi tefsir-i vâzıhı, bürhan-ı kâtıı, tercümân-ı sâtıı;

ve şu âlem-i insaniyetin mürebbîsi; ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetin mâ ve ziyâsı; ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi;

 



 

Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.

De ki: And olsun, eğer bu Kur'ân'ın benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplanıp da hepsi birbirine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini getiremezler. (İsrâ Sûresi: 88.)

ve insaniyeti saadete sevk eden hakiki mürşidi ve hâdîsi;

ve insana hem bir kitâb-ı şeriat, hem bir kitâb-ı duâ, hem bir kitâb-ı hikmet, hem bir kitâb-ı ubûdiyet, hem bir kitâb-ı emir ve dâvet, hem bir kitâb-ı zikir, hem bir kitâb-ı fikir, hem bütün insanın bütün hâcât-ı mâneviyesine mercî olacak çok kitapları tazammun eden tek, câmi' bir kitâb-ı mukaddestir.

Hem, bütün evliyâ ve sıddîkîn ve ürefâ ve muhakkikînin muhtelif meşreplerine ve ayrı ayrı mesleklerine, herbirindeki meşrebin mezâkına lâyık ve o meşrebi tenvir edecek ve herbir mesleğin mesâkına muvâfık ve onu tasvir edecek birer risâle ibraz eden mukaddes bir kütüphâne hükmünde bir kitâb-ı semâvîdir.

İkinci Cüz ve Tetimme-i târif: Kur'ân Arş-ı Âzamdan, İsm-i Âzamdan, her ismin mertebe-i âzamından geldiği için, On İkinci Sözde beyân ve ispat edildiği gibi, Kur'ân, bütün âlemlerin Rabbi itibâriyle, Allah'ın kelâmıdır; hem bütün mevcudâtın İlâhı ünvânıyla Allah'ın fermanıdır; hem bütün semâvât ve arzın Halıkı nâmına bir hitâbdır; hem rubûbiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir; hem saltanat-ı âmme-i Sübhâniye hesâbına bir hutbe-i ezeliyedir; hem rahmet-i vâsiâ-i muhîta nokta-i nazarında bir defter-i iltifatât-ı Rahmâniyedir; hem ulûhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bâzan şifre bulunan bir muhâbere mecmûasıdır; hem İsm-i Âzamın muhîtinden nüzûl ile Arş-ı Âzamın bütün muhâtına bakan ve teftiş eden hikmetfeşân bir kitâb-ı mukaddestir.

Ve şu sırdandır ki, "Kelâmullah" ünvânı, kemâl-i liyâkatle Kur'ân'a verilmiş ve dâimâ da veriliyor. Kur'ân'dan sonra sâir enbiyânın kütüb ve suhufları derecesi gelir. Sâir nihayetsiz kelimât-ı İlâhiye ise bir kısmı dahi has bir itibarla, cüz'î bir ünvan ile, hususi bir tecellî ile, cüz'î bir isim ile ve has bir Rubûbiyet ile ve mahsus bir saltanat ile ve hususi bir rahmet ile zâhir olan ilhmât sûretinde bir mükâlemedir. Melek ve beşer ve hayvanâtın ilhamları, külliyet ve hususiyet itibâriyle çok muhteliftir.

Üçüncü Cüz: Kur'ân, asırları muhtelif bütün enbiyânın kütüblerini ve meşrebleri muhtelif bütün evliyânın risâlelerini ve meslekleri muhtelif bütün asfiyânın eserlerini icmâlen tazammun eden; ve cihât-ı sittesi parlak ve evham ü şübehâtın zulümâtından musaffâ; ve nokta-i istinâdı bilyakîn vahy-i semâvî ve kelâm-ı ezelî; ve hedefi ve gâyesi bilmüşâhede saadet-i ebediye; içi, bilbedâhe, hâlis hidâyet; üstü, bizzarûre, envar-ı imân; altı, biilmelyakîn, delil ve bürhan; sağı, bittecrübe, teslim-i kalb ve vicdan; solu, biaynelyakîn, teshîr-i akıl ve iz'an; meyvesi, bihakkalyakîn, rahmet-i Rahmân ve dâr-ı cinân; makamı ve revâcı, bilhads-i sâdık, makbul-ü melek ve ins ü cân bir kitâb-ı semâvîdir.

Kur'ân'ın tarifine dâir üç cüz'ündeki sıfatların herbiri başka yerlerde katî ispat edilmiş veya ispat edilecektir; dâvâmız mücerred değil, her birisi bürhan-ı katî ile müberhendir.

Birinci Şûle

 

Bu Şûlenin Üç Şuâ-ı var.

Birinci Şuâ

Derece-i i'câzda belâgat-ı Kur'âniyedir. O belâgat ise, nazmın cezâletinden ve hüsn-ü metânetinden ve üslûblarının bedâatinden, garip ve müstahsenliğinden ve beyânın berâatinden, fâik ve safvetinden ve maânîsinin kuvvet ve hakkâniyetinden ve lâfzının fesâhatinden, selâsetinden tevellüd eden bir belâgat-ı hârikulâdedir ki; benî Âdem'in en dâhî ediblerini, en hârika hatiplerini, en mütebahhir ulemâsını muârazaya dâvet edip bin üç yüz senedir meydan okuyor. Onların damarlarına şiddetle dokunuyor. Muârazaya dâvet ettiği halde, kibir ve gururlarından başı semâvâta vuran o dâhîler, ona muâraza için ağız açamayıp, kemâl-i zilletle boyun eğdiler.

İşte, belâgatındaki vech-i i'câzı İki Sûretle işaret ederiz.

BİRİNCİ SURET

İ'câzı vardır ve mevcuddur. Çünkü, Cezîretü'l-Arap ahalisi o asırda ekseriyet-i mutlaka itibâriyle ümmî idi. Ümmîlikleri için mefâhirlerini ve vukuât-ı tarihiyelerini ve mehâsin-i ahlâka yardım edecek durûb-u emsâllerini kitâbet yerine şiir ve belâgat kaydıyla muhâfaza ediyorlardı. Mânidar bir kelâm, şiir ve belâgat câzibesiyle eslâftan ahlâfa hâfızalarda kalıp gidiyordu. İşte şu ihtiyac-ı fıtrî neticesi olarak, o kavmin mânevî çarşı-yı ticaretlerinde en ziyâde revaç bulan, fesâhat ve belâgat metâı idi. Hattâ bir kabîlenin beliğ bir edibi, en büyük bir kahraman-ı millîsi gibiydi. En ziyâde onunla iftihar ediyorlardı. İşte, İslâmiyetten sonra âlemi zekâlarıyla idare eden o zekî kavim, şu en revaçlı ve medâr-ı iftiharları ve ona şiddet-i ihtiyaçla muhtaç olan belâgatta akvâm-ı âlemden en ileride ve en yüksek mertebede idiler. Belâgat, o kadar kıymettar idi ki, bir edibin bir sözü için iki kavim büyük muharebe ederdi ve bir sözüyle musâlâha ediyorlardı. Hattâ onların içinde "Muallâkât-ı Seb'a" nâmiyle yedi edibin yedi kasîdesini altınla Kâbe'nin duvarına yazmışlar, onunla iftihar ediyorlardı.

İşte böyle bir zamanda, belâgat en revaçlı olduğu bir anda Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân nüzûl etti. Nasıl ki, zamân-ı Mûsâ Aleyhisselâmda sihir ve zaman-ı Îsâ Aleyhisselâmda tıb revaçta idi; mu'cizelerinin mühimmi o cinsten geldi. İşte o vakit büleğâ-i Arabı en kısa bir sûresine mukabeleye dâvet etti.

 

fermanıyla onlara meydan okuyor. Hem, der ki: "İmân getirmezseniz mel'unsunuz, Cehenneme gireceksiniz." Damarlarına şiddetle vuruyor. Gururlarını dehşetli sûrette kırıyor.



 

Eğer kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz Kur'ân'dan bir şüpheniz varsa, haydi, onun benzeri bir sûre getirin. (Bakara Sûresi: 23.) 

kibirli akıllarını istihfaf ediyor. Onları bidâyeten idâm-ı ebedî ile ve sonra da Cehennemde idâm-ı ebedî ile beraber dünyevî idâm ile de mahkûm ediyor. Der: "Ya muâraza ediniz, yahut can ve malınız helâkettedir."

İşte, eğer muâraza mümkün olsaydı, acaba hiç mümkün mü idi ki, bir iki satırla muâraza edip dâvâsını iptal etmek gibi rahat bir çare varken, en tehlikeli, en müşkülâtlı muharebe tarîkı ihtiyar edilsin. Evet o zekî kavim, o siyâsî millet ki, bir zaman âlemi siyâsetle idare ettiği halde, en kısa ve rahat ve hafif bir yolu terk etsin, en tehlikeli ve bütün mal ve canını belâya atacak uzun bir yolu ihtiyar etsin; hiç kâbil midir? Çünkü, edibleri birkaç hurufâtla muâraza edebilseydi, Kur'ân dâvâsından vazgeçerdi. Onlar da maddî ve mânevî helâketten kurtulurlardı. Halbuki, muharebe gibi dehşetli, uzun bir yolu ihtiyar ettiler. Demek, muâraza-i bilhuruf mümkün değildi, muhâldi; onun için muharebe-i bissüyûfa mecbur oldular.

Hem, Kur'ân'ı tanzîr etmek, taklidini yapmak için gayet şiddetli iki sebep var: Birisi düşmanın hırs-ı muârazası, diğeri dostlarının şevk-i taklididir ki, şu iki sâik-i şedid altında milyonlar Arabî kitaplar yazılmış ki, hiçbirisi ona benzemez. Âlim olsun, âmî olsun, her kim ona ve onlara baksa kat'iyen diyecek ki, "Kur'ân, bunlara benzemez. Hiçbirisi onu tanzîr edemez." Şu halde, ya Kur'ân, bütününün altındadır-bu ise, bütün dost ve düşmanın ittifakıyla battaldır, muhâldir-veya Kur'ân o yazılan umum kitapların fevkındedir.

Eğer desen: "Nasıl biliyoruz ki, kimse muârazaya teşebbüs etmedi, kimse kendine güvenemedi mi ki meydana çıksın, birbirinin yardımı da mı fayda etmedi?"

Elcevap: Eğer muâraza mümkün olsaydı, alâküllihâl katî teşebbüs edilecekti. Çünkü, izzet ve nâmus meselesi, can ve mal tehlikesi vardı. Eğer teşebbüs edilseydi, alâküllihâl katî taraftar pekçok bulunacaktı. Çünkü, hakka muârız ve muannid dâimâ kesretli idi. Eğer taraftar bulsaydı, alâküllihâl iştihar bulacaktı. Çünkü, küçük bir mücâdele, beşerin nazar-ı istiğrâbını celb edip destanlarda iştihar eder. Şöyle acîb bir mücâdele ve vukuât ise gizli kalamaz. İslâmiyet aleyhinde tâ en çirkin ve en şenî şeylere kadar nakledilir, meşhur olur. Halbuki muârazaya dâir Müseylime-i Kezzâbın bir iki fıkrasından başka nakledilmemiş. O Müseylime'de, çendan belâgat varmış; fakat hadsiz bir hüsn-ü cemâle mâlik olan beyân-ı Kur'ân'a nisbet edildiği için onun sözleri hezeyan sûretinde tarihlere geçmiştir. İşte Kur'ân'ın belâgatındaki i'câz, katiyen iki kere iki dört eder gibi mevcuddur ki, iş böyle oluyor.

İKİNCİ SURET

Belâgatındaki i'câz-ı Kur'ânînin hikmetini Beş Noktada beyân edeceğiz.

Birinci Nokta: Kur'ân'ın nazmında bir cezâlet-i hârika var. O nazımdaki cezâlet ve metânet, İşârâtü'l-İ'câz baştan aşağıya kadar bu cezâlet-i nazmiyeyi beyân eder. Saatin sâniye, dakika, saati sayan ve birbirinin nizâmını tekmil eden ne ise, Kur'ân-ı Hakîmin herbir cümledeki, hey'âtındaki nazım ve kelimelerindeki nizam ve cümlelerin birbirine karşı münâsebâtındaki intizamı, öyle bir tarzda İşârâtü'l-İ'câz'da âhirine kadar beyân edilmiştir; kim isterse ona bakabilir ve bu nazımdaki cezâlet-i hârikayı bu sûrette görebilir. Yalnız bir iki misâl, bir cümlenin hey'âtındaki nazmı göstermek için zikredeceğiz. 

Meselâ: Bu cümlede, azabı dehşetli göstermek için en azının şiddetle tesirini göstermekle göstermek ister. Demek taklîli ifade edecek cümlenin bütün heyetleri de bu taklile bakıp ona kuvvet verecek. İşte lâfzı, teşkiktir. Şek, kıllete bakar. lâfzı, azıcık dokunmaktır. Yine kılleti ifade eder. lâfzı maddesi, bir kokucuk olup kılleti ifade ettiği gibi, sîgası bire delâlet eder. Masdar-ı merre, tâbir-i sarfiyyesinde biricik demektir. Kılleti ifâde eder. 'daki tenvin-i tenkirî, taklîli içindir ki, o kadar küçük ki, bilinemiyor demektir. lafzı, teb'îz içindir. Bir parça demektir. Kılleti ifâde eder. lâfzı; nekâl, ikâba nisbeten hafif bir nevi cezadır ki, kıllete işâret eder. lâfzı; Kahhar, Cebbâr, Müntakim'e bedel yine şefkati ihsas etmekle kılleti işaret ediyor. İşte bu kadar kılletteki bir parça azab böyle tesirli ise, ikab-ı İlâhî ne kadar dehşetli olur kıyas edebilirsiniz diye ifade eder. İşte şu cümlede küçük heyetler nasıl birbirine bakıp yardım eder. Maksâd-ı küllîyi, herbiri kendi lisanıyla takviye eder. Şu misâl bir derece lafz ve maksada bakar.

İkinci misâl: Şu cümlenin hey'âtı, sadakanın şerait-i kabûlünün beşine işaret eder.

Birinci Şart: Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek ki, lâfzındaki -i teb'îz ile o şartı ifade eder

 



 

1- And olsun ki, Rabbinin azabından küçük bir esinti onlara hafifçe dokunacak olsa. (Enbiyâ Sûresi: 46.)

2- Kendilerine rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda bağışta bulunurlar. (Bakara Sûresi: 3.)

İkinci Şart: Ali'den alıp Veli'ye vermek değil, belki kendi malından vermektir. Şu şartı lafzı ifade ediyor. "Size rızık olandan veriniz" demektir.

Üçüncü Şart: Minnet etmemektir. Şu şarta 'daki lafzı işaret eder. Yâni "Ben size rızkı veriyorum. Benim malımdan benim abdime vermekte minnetiniz yoktur."

Dördüncü Şart: Öyle adama veresin ki, nafakasına sarfetsin. Yoksa sefahete sarfedenlere sadaka makbûl olmaz. Şu şarta lâfzı işaret ediyor.

Beşinci Şart: Allah nâmına vermektir ki, ifade ediyor. Yâni "Mal benimdir, benim namımla vermelisiniz." Şu şartlarla beraber bir tevsi' de var. Yâni: Sadaka nasıl mal ile olur. İlim ile dâhi olur. Kavl ile, fiil ile, nasihat ile de oluyor. İşte şu aksâma lâfzındaki umumiyetiyle işaret ediyor. Hem şu cümle de bizzât işaret ediyor. Çünki; mutlaktır, umumu ifade eder. İşte sadakayı ifade eden şu kısacık cümlede, beş şart ile beraber geniş bir dairesini akla ihsan ediyor. Heyetiyle ihsas ediyor. İşte heyette böyle pek çok nazımlar var.

Kelimâtın dahi birbirine karşı, aynen geniş böyle bir daire-i nazmiyyesi var. Sonra kelâmların da, meselâ: -1- de altı cümle var. Üçü müsbet, üçü menfî. Altı mertebe-i tevhidi isbat etmekle beraber şirkin altı enva'ını reddeder. Herbir cümlesi öteki cümlelere hem delil olur, hem netice olur. Çünki herbir cümlenin iki mânâsı var. Bir mânâ ile netice olur, bir mânâ ile de delil olur. Demek Sûre-i İhlâs'ta otuz Sûre-i İhlâs kadar, muntâzam, birbirini isbat eder delillerden mürekkeb sûreler vardır. Meselâ:

-2-

 



 

1- De ki: O Allah birdir. (İhlâs Sûresi: 1.)

2- De ki: O Allah'tır. Çünkü O Ehad'dir. Çünkü O Samed'dir. Çünkü O doğurmamıştır. Çünkü O doğrulmamıştır. Çünkü O hiçbir kimse kendisine denk olmayandır.

 

hem,

-1-

 

hem,

-2-

 

Daha sen buna göre kıyas et.

 

Meselâ, -3- Şu dört cümlenin herbirisinin iki mânâsı var. Bir mânâ ile öteki cümlelere delildir, diğer mânâ ile onlara neticedir. On altı münâsebet hatlarından bir nakş-ı nazmî-i i'câzî hâsıl olur. İşârâtü'l-İ'câz'da öyle bir tarzda beyân edilmiş ki, bir nakş-ı nazmî-i i'câzî teşkil eder. On Üçüncü Sözde beyân edildiği gibi, güyâ ekser âyât-ı Kur'âniyenin herbirisi ekser âyâtın herbirisine bakar bir gözü ve nâzır bir yüzü vardır ki, onlara münâsebâtın hutût-u mâneviyesini uzatıyor. Birer nakş-ı i'câzî nesc ediyor. İşte, İşârâtü'l-İ'câz, baştan aşağıya kadar bu cezâlet-i nazmiyeyi şerh etmiştir.

İkinci Nokta: Mânâsındaki belâgat-ı hârikadır. On Üçüncü Sözde beyân olunan şu misâle bak.

Meselâ, -4- âyetindeki belâgat-ı mâneviyeyi zevk etmek istersen, kendini nur-u Kur'ân'dan evvel Asr-ı Câhiliyette, sahrâ-i bedeviyette farz et ki, herşey zulmet-i cehil ve gaflet altında perde-i cümûd-u tabiata sarılmış olduğu bir anda Kur'ân'ın lisân-ı semâvîsinden, veyahut, -5- gibi âyetleri işit, bak. Nasıl ki, o ölmüş veya yatmış olan mevcudât-ı âlem .. sadâsıyla işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, hüşyâr oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar ve o karanlık gökyüzünde birer câmid ateşpâre olan yıldızlar ve yerde perişan mahlûkat, sayhasıyla ve nûruyla işitenin nazarında gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmetnümâ ve birer nur-u hakikatedâ ve küre-i arz bir baş ve berr ve bahr birer lisân ve bütün hayvanlar ve nebâtlar birer kelime-i tesbihfeşân sûretinde arz-ı dîdar eder.

 



 

1- Hiçbir şey Onun dengi değildir. Çünkü O, doğmamıştır; çünkü O, herşey Kendisine muhtaç olan, Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayandır; çünkü O, Ehad'dir; çünkü O, Allah'tır.

2- O, Allah'tır. O halde, Ehad'dir; o halde, Samed'dir. Öyle ise doğurmamıştır, öyle ise doğrulmamıştır; öyle ise O, hiçbir şey Kendisine denk olmayandır.

3- Elif lâm mim. • Şu yüce kitap ki, onda aslâ şüphe yoktur. O, Allah'ın emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınanlar için bir yol göstericidir. (Bakara Sûresi: 1-2.)

4- Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ı tesbih eder. Onun kudreti her şeye gâliptir ve hikmeti her şeyi kuşatır. (Hadîd Sûresi: 1.)

5- Yedi gökle yer ve onların içindekiler Onu tesbih eder. (İsrâ Sûresi: 44.)

 

Meselâ, On Beşinci Sözde ispat edilen şu misâle bak:

-1-

 

-2-

 

âyetlerini dinle bak ki, ne diyor? Diyor ki: "Ey acz ve hakâreti içinde mağrur ve mütemerrid ve zaaf ve fakrı içinde serkeş ve muannid olan ins ve cin! Emirlerime itaat etmezseniz, haydi elinizden gelirse hudud-u mülkümden çıkınız. Nasıl cesâret edersiniz ki, öyle bir Sultanın emirlerine karşı gelirsiniz; yıldızlar, aylar, güneşler, emirber neferleri gibi emirlerine itaat ederler? Hem, tuğyânınızla öyle bir Hâkim-i Zülcelâle karşı mübâreze ediyorsunuz ki, öyle azametli mutî askerleri var, farazâ şeytanlarınız dayanabilseler, onları dağ gibi güllelerle recm edebilirler. Hem, küfrânınızla öyle bir Mâlik-i Zülcelâlin memleketinde isyan ediyorsunuz ki, cünûdundan öyleleri var, değil sizin gibi küçük âciz mahlûklar, belki farz-ı muhâl olarak dağ ve arz büyüklüğünde birer adüvv-ü kâfir olsaydınız, arz ve dağ büyüklüğünde yıldızları, ateşli demirleri size atabilirler, sizi dağıtırlar. Hem, öyle bir kanunu kırıyorsunuz ki, onunla öyleler bağlıdır, eğer lüzum olsa arzınızı yüzünüze çarpar, gülleler gibi, küreler misillü yıldızları üstünüze Allah'ın izniyle yağdırabilirler."

Daha sâir âyâtın mânâlarındaki kuvvet ve belâgatı ve ulviyet-i ifadesini bunlara kıyas et.

 


 

1- Ey cinler ve insanlar topluluğu! Eğer göklerin ve yerin sınırlarından çıkıp gitmeye gücünüz yeterse, haydi, çıkın. Fakat Allah'ın vereceği bir kuvvet olmadan çıkamazsınız. • Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz? • Üzerinize saf ateşten bir alevle bakır gibi kızıl bir duman salınır da, birbirinize hiçbir yardımınız dokunmaz. • Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz? (Rahmân Sûresi: 33-36.)

2- And olsun ki dünya semâsını Biz kandillerle süsledik. Şeytanlar için o kandilleri birer taş yaptık. (Mülk Sûresi: 5.) 

Üçüncü Nokta: Üslûbundaki bedâat-i hârikadır. Evet, Kur'ân'ın üslûpları hem gariptir, hem bedîdir, hem acîbdir, hem muknîdir. Hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi taklid etmemiş; hiç kimse de onu taklid edemiyor. Nasıl gelmiş, öyle o üsluplar tarâvetini, gençliğini, garâbetini dâimâ muhâfaza etmiş ve ediyor.

Ezcümle, bir kısım sûrelerin başlarında şifre-misâl gibi mukattaât hurûfundaki üslup-u bediîsi, beş altı lem'a-i i'câzı tazammun ettiğini İşârâtü'l-İ'câz'da yazmışız.

Ezcümle: Bir sûrelerin başında mezkûr olan huruf, hurufâtın aksâm-ı mâlûmesi olan mechûre, mehmûse, şedîde, rihve, zelâka, kalkale gibi aksâm-ı kesîresinden herbir kısmından nısfını almıştır. Kâbil-i taksim olmayan hafifinden nısf-ı ekser, sakîlinden nısf-ı ekall olarak bütün aksâmını tansîf etmiştir. Şu mütedâhil ve birbiri içindeki kısımları ve iki yüz ihtimâl içinde mütereddit yalnız gizli ve fikren bilinmeyecek birtek yol ile umumu tansîf etmek kâbil olduğu halde, o yolda, o geniş mesafede sevk-i kelâm etmek, fikr-i beşerin işi olamaz, tesadüf hiç karışamaz. İşte bir şifre-i İlâhiye olan sûrelerin başlarındaki huruf, bunun gibi daha beş altı lem'a-i i'câziyeyi gösterdikleriyle beraber, ilm-i esrâr-ı huruf ulemâsıyla evliyânın muhakkikleri şu mukattaâttan çok esrar istihrâc etmişler ve öyle hakâik bulmuşlar ki, onlarca şu mukattaât kendi başıyla gayet parlak bir mu'cizedir. Onların esrârına ehil olmadığımız, hem umum göz görecek derecede ispat edemediğimiz için o kapıyı açamayız. Yalnız İşârâtü'l-İ'câz'da şunlara dâir beyân olunan beş altı lem'a-i i'câza havale etmekle iktifâ ediyoruz.

Şimdi, esâlîb-i Kur'âniyeye sûre itibâriyle, maksad itibâriyle, âyât ve kelâm ve kelime itibâriyle birer işaret edeceğiz.

Meselâ, Sûre-i Amme'ye dikkat edilse, öyle bir üslup-u bedî ile âhireti, haşri, Cennet ve Cehennemin ahvâlini öyle bir tarzda gösteriyor ki, şu dünyadaki ef'âl-i İlâhiyeyi, âsâr-ı Rabbâniyeyi o ahvâl-i uhreviyeye birer birer bakar ispat eder gibi kalbi iknâ eder. Şu sûredeki üslûbun izahı uzun olduğundan yalnız bir iki noktasına işaret ederiz. Şöyle ki:

Şu sûrenin başında, Kıyâmet Gününü ispat için der: "Size zemini güzel serilmiş bir beşik; dağları hânenize ve hayatınıza defîneli direk, hazîneli kazık; sizi birbirini sever, ünsiyet eder çift; geceyi hâb-ı râhatınıza örtü; gündüzü meydan-ı maîşet; güneşi ışık verici, ısındırıcı bir lâmba; bulutları âb-ı hayat çeşmesi gibi, ondan suyu akıttım; basit bir sudan bütün erzakınızı taşıyan bütün çiçekli, meyveli muhtelif eşyayı kolay ve az bir zamanda icad ederiz. Öyle ise, yevm-i fasl olan Kıyâmet sizi bekliyor; o günü getirmek Bize ağır gelemez." İşte bundan sonra Kıyâmette dağların dağılması, semâvâtın parçalanması, Cehennemin hazırlanması ve Cennet ehline bağ ve bostan vermesini gizli bir sûrette ispatlarına işaret eder. Mânen der: "Mâdem gözünüz önünde dağ ve zeminde şu işleri yapar; âhirette dahi bunlara benzer işleri yapar." Demek sûrenin başındaki dağ, Kıyâmetteki dağların haline bakar ve bağ ise âhirde ve âhiretteki hadîkaya ve bağa bakar. İşte sâir noktaları buna kıyas et; ne kadar güzel ve âlî bir üslûbu var, gör.

 


Bakara Sûresi: 1; İbrâhim Sûresi: 1; Tâhâ Sûresi: 1; Yâsin Sûresi: 1; Şûrâ Sûresi: 1-2.

Meselâ,

-1-

 

(ilâ âhir) öyle bir üslup-u âlîde benî beşerdeki şuûnât-ı İlâhiyeyi ve gece ve gündüzün deverânındaki tecelliyât-ı İlâhiyeyi ve senenin mevsimlerinde olan tasarrufât-ı Rabbâniyeyi ve yeryüzünde hayat memat, haşir ve neşr-i dünyeviyedeki icraat-ı Rabbâniyeyi öyle bir ulvî üslup ile beyân eder ki, ehl-i dikkatin akıllarını teshîr eder. Parlak ve ulvî geniş üslûbu, az dikkat ile göründüğü için şimdilik o hazîneyi açmayacağız.

 

Meselâ,

-2-

 

gök ve zeminin Cenâb-ı Hakkın emrine karşı derece-i inkıyad ve itaatlerini şöyle âlî bir üslup ile beyân eder ki: Nasıl bir kumandan-ı âzam, mücâhede ve manevra ve ahz-ı asker şûbeleri gibi mücâhedeye lâzım işler için iki daireyi teşkil edip açmış. O mücâhede, o muâmele işi bittikten sonra, o iki daireyi başka işlerde kullanmak ve tebdil ederek istimâl etmek için o kumandan-ı âzam o iki daireye müteveccih olur. O daireler, herbirisi hademeleri lisâniyle veya nutka gelip kendi lisâniyle der ki: "Ey kumandanım, bir parça mühlet ver ki, eski işlerin ufak tefeklerini, pırtı mırtılarını temizleyip, dışarı atayım; sonra teşrif ediniz. İşte, atıp senin emrine hazır duruyoruz. Buyurun, ne yaparsanız yapınız. Senin emrine münkâdız. Senin yaptığın işler bütün hak, güzel, maslahattır." Öyle de, semâvât ve arz, böyle iki daire-i teklif ve tecrübe ve imtihan için açılmıştır. Müddet bittikten sonra, semâvât ve arz, daire-i teklife âit eşyayı emr-i İlâhî ile bertaraf eder. Derler: "Yâ Rabbenâ! Buyurun, ne için bizi istihdam edersen et; hakkımız Sana itaattir. Her yaptığın şey de haktır." İşte, cümlelerindeki üslûbun haşmetine bak, dikkat et.

Hem meselâ,

-3-

 


 

1- De ki: Ey mülkün hakiki sahibi olan, âlemlerde dilediği gibi tasarruf eden Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden de mülkü çeker alırsın. (Âl-i İmrân Sûresi: 26.)

2- Gök yarıldığında • Rabbinin emrine boyun eğdiğinde-ki ona lâyık olan da budur. • Yer dümdüz edildiğinde. • İçinde ne varsa atıp boşaldığında. • Rabbinin emrine boyun eğdiğinde-ki ona lâyık olan da budur. (İnşikak Sûresi: 1-5.)

3- Ve denildi ki: "Ey yer, suyunu yut. Ey gök, suyunu tut." Su çekildi, iş bitirildi ve gemi Cûdî Dağına oturdu. Ve "Zâlimler gürûhu Allah'ın rahmetinden uzak olsun" denildi. (Hûd Sûresi: 44.)

İşte şu âyetin bahr-i belâgatından bir katreye işaret için, bir üslûbunu, bir temsil aynasında göstereceğiz.

Nasıl bir harb-i umumide bir kumandan zaferden sonra ateş eden bir ordusuna "Ateş kes!" ve hücum eden diğer bir ordusuna "Dur!" der, emreder, o anda ateş kesilir, hücum durur. "İş bitti, istilâ ettik. Bayrağımız düşmanın merkezlerinde yüksek kalelerinin başında dikildi. Esfelü's-sâfilîne giden o edebsiz zâlimler cezalarını buldular" der. Aynen öyle de, Padişah-ı Bîmisâl kavm-i Nûh'un mahvı için semâvât ve arza emir vermiş; vazifelerini yaptıktan sonra ferman ediyor: "Ey arz, suyunu yut; ey semâ, dur, işin bitti! Su çekildi. Dağın başında memur-u İlâhînin çadır vazifesini gören gemisi kuruldu. Zâlimler cezalarını buldular." İşte şu üslûbun ulviyetine bak. "Zemin ve gök iki mutî asker gibi emir dinler, itaat ederler" diyor. İşte şu üslup işaret eder ki, insanın isyanından kâinat kızıyor. Semâvât ve arz hiddete geliyorlar ve şu işaretle der ki: "Yer ve gök iki mutî asker gibi emirlerine bakan bir Zâta isyan edilmez, edilmemeli." Dehşetli bir zecri ifade eder. İşte tûfan gibi bir hâdise-i umumiyeyi bütün netâiciyle, hakâikıyla birkaç cümlede îcâzlı, i'câzlı, cemâlli, icmâlli bir tarzda beyân eder. Şu denizin sâir katrelerini şu katreye kıyas et. Şimdi kelimelerin penceresiyle gösterdiği üslûba bak:

Meselâ, -1- 'deki -2- kelimesine bak, ne kadar latîf bir üslûbu gösteriyor. Şöyle ki:

Kamerin bir menzili var ki, Süreyyâ yıldızlarının dairesidir. Kameri hilâl vaktinde hurmanın eskimiş beyaz bir dalına teşbih eder. Şu teşbih ile semânın yeşil perdesi arkasında güyâ bir ağaç bulunuyor gibi beyaz, sivri, nurânî bir dalı, perdeyi yırtıp, başını çıkarıp, Süreyyâ o dalın bir salkımı gibi ve sâir yıldızlar o gizli hilkat ağacının birer münevver meyvesi olarak, işitenin hayalî olan gözüne göstermekle, medâr-ı maîşetlerinin en mühimi hurma ağacı olan sahrânişînlerin nazarında ne kadar münâsip, güzel, latîf, ulvî bir üslup-u ifade olduğunu zevkin varsa anlarsın.

Meselâ, On Dokuzuncu Sözün âhirinde ispat edildiği gibi, -3- 'deki tecrî kelimesi şöyle bir üslup-u âlîye pencere açar. Şöyle ki: Tecrî lâfzıyla, yani "Güneş döner" tâbiriyle kış ve yaz, gece ve gündüzün deverânındaki muntazam tasarrufât-ı kudret-i İlâhiyeyi ihtar ile, Sâniin azametini ifham eder ve o mevsimlerin sayfalarında Kalem-i Kudretin yazdığı mektubât-ı Samedâniyeye nazarı çevirir. Halık-ı Zülcelâlin hikmetini i'lâm eder.

 


 

1- Aya gelince, onun için de menziller takdir ettik ki, kurumuş hurma dalının ince yay halini alıncaya kadar incelir. (Yâsin Sûresi: 39.)

2- Kurumuş hurma dalının ince yay hali gibi. (Yâsin Sûresi: 39.)

3- Güneş de onlar için bir delildir ki, kendisine tâyin edilmiş bir yere doğru akıp gider. (Yâsin Sûresi: 39.)

-1- yani, lâmba tâbiriyle şöyle bir üslûba pencere açar ki, şu âlem bir saray ve içinde olan eşya ise insana ve zîhayata ihzâr edilmiş müzeyyenât ve mat'umât ve levâzımât olduğunu ve güneş dahi musahhar bir mumdar olduğunu ihtar ile Sâniin haşmetini ve Halıkın ihsanını ifham ederek tevhide bir delil gösterir ki, müşriklerin en mühim, en parlak ma'bud zannettikleri güneş, musahhar bir lâmba, câmid bir mahlûktur. Demek, sirac tâbirinde, Halıkın azamet-i rubûbiyetindeki rahmetini ihtar eder, rahmetin vüs'atindeki ihsanını ifham eder; ve o ifhamda saltanatının haşmetindeki keremini ihsâs eder; ve bu ihsâsta vahdâniyeti i'lâm eder; ve mânen der: "Câmid bir sirâc-ı musahhar, hiçbir cihette ibâdete lâyık olamaz."

Hem, cereyân-ı tecrî tâbirinde gece gündüzün, kış ve yazın dönmelerindeki tasarrufât-ı muntazama-i acîbeyi ihtar eder ve o ihtarda rubûbiyetinde münferit bir Sâniin azamet-i kudretini ifham eder. Demek şems ve kamer noktalarından beşerin zihnini gece ve gündüz, kış ve yaz sayfalarına çevirir ve o sayfalarda yazılan hâdisâtın satırlarına nazar-ı dikkati celb eder. Evet, Kur'ân, güneşten güneş için bahsetmiyor, belki onu ışıklandıran Zât için bahsediyor. Hem, güneşin insana lüzumsuz olan mahiyetinden bahsetmiyor, belki güneşin vazifesinden bahsediyor ki, san'at-ı Rabbâniyenin intizamına bir zemberek ve hilkat-i Rabbâniyenin nizâmına bir merkez, hem Nakkaş-ı Ezelînin gece gündüz ipleriyle dokuduğu eşyadaki san'at-ı Rabbâniyenin insicâmına bir mekik vazifesi yapıyor. Daha sâir kelimât-ı Kur'âniyeyi bunlara kıyas edebilirsin. Âdetâ basit, me'lûf birer kelime iken, latîf mânâların defînelerine birer anahtar vazifesini görüyor.

İşte ekseriyetle üslup-u Kur'ân'ın geçen tarzlarda ulvî ve parlak olduğundandır ki, bâzan bir bedevî Arab birtek kelâma meftun olur, Müslüman olmadan secdeye giderdi. Bir bedevî, -2- kelâmını işittiği anda secdeye gitti. Ona dediler: "Müslüman mı oldun?" "Yok," dedi. "Ben şu kelâmın belâgatına secde ediyorum."

 


 

1- Güneşi de bir kandil olarak asmıştır. (Nuh Sûresi: 16.)

2- Artık emrolunduğun şeyi açıkla. (Hicr Sûresi: 94.)

Dördüncü Nokta: Lâfzındaki fesâhat-i hârikasıdır. Evet, Kur'ân mânen üslup-u beyân cihetiyle fevkalâde beliğ olduğu gibi, lâfzında gayet selîs bir fesâhati vardır. Fesâhatin katî vücuduna usandırmaması delildir ve fesâhatin hikmetine fenn-i beyân ve maânînin dâhî ulemâsının şehâdetleri bir bürhan-ı bâhirdir.

Evet, binler defa tekrar edilse usandırmıyor, belki lezzet veriyor. Küçük, basit bir çocuğun hâfızasına ağır gelmiyor; hıfzedebilir. En hastalıklı, az bir sözden müteezzî olan bir kulağa nâhoş gelmiyor, hoş geliyor. Sekerâtta olanın damağına şerbet gibi oluyor, zemzeme-i Kur'ân onun kulağında ve dimâğında aynen ağzında ve damağında mâ-i zemzem gibi leziz geliyor.

Usandırmamasının sırr-ı hikmeti şudur ki:

Kur'ân, kulûba kût ve gıdâ ve ukûle kuvvet ve gınâdır ve ruha mâ ve ziyâ ve nüfûsa devâ ve şifâ olduğundan, usandırmaz. Hergün ekmek yeriz, usanmayız; fakat, en güzel bir meyveyi hergün yesek, usandıracak. Demek, Kur'ân, hak ve hakikat ve sıdk ve hidâyet ve hârika bir fesâhat olduğundandır ki, usandırmıyor. Dâimâ gençliğini muhâfaza ettiği gibi, tarâvetini, halâvetini de muhâfaza ediyor. Hattâ Kureyş'in rüesâsından müdakkik bir beliğ, müşrikler tarafından, Kur'ân'ı dinlemek için gitmiş. Dinlemiş, dönmüş, demiş ki: "Şu kelâmın öyle bir halâveti ve tarâveti var ki, kelâm-ı beşere benzemez. Ben şâirleri, kâhinleri biliyorum. Bu, onların hiç sözlerine benzemez; olsa olsa etbâımızı kandırmak için sihir demeliyiz." İşte, Kur'ân-ı Hakîmin en muannid düşmanları bile fesâhatinden hayran oluyorlar.

Kur'ân-ı Hakîmin âyetlerinde, kelâmlarında, cümlelerinde fesâhatin esbâbını izah çok uzun gider. Onun için sözü kısa kesip yalnız numûne olarak bir âyetteki hurûf-u hecâiyenin vaziyetiyle hâsıl olan bir selâset ve fesâhat-i lâfzıyeyi ve o vaziyetten parlayan bir lem'a-i i'câzı göstereceğiz. İşte:

 

-1-

 

(ilâ âhir.)

İşte şu âyette bütün hurûf-u hecâ mevcuddur. Bak ki, sakîl, ağır bütün aksâm-ı huruf beraber olduğu halde, selâsetini bozmamış; belki, bir revnak ve muhtelif tellerden mütenâsib, mütesânid bir nağme-i fesâhat katmış.

 



 

1- Sonra Allah, bu kederin ardından size bir emniyet, bir uyku verdi de, içinizden ihlâs ile İmân etmiş olanları o uyku sarıverdi. (Âl-i İmrân Sûresi: 154.)

Hem, şu lem'a-i i'câza dikkat et ki, hurûf-u hecâdan yâ ile elif en hafif ve birbirine kalbolduğu için iki kardeş gibi herbirisi yirmi bir kere tekrarı var. ile Haşiye 1 birbirinin kardeşi ve birbirinin yerine geçtiği için herbirisi otuz üçer defa zikredilmiştir.


, , mahreççe, sıfatça, savtça kardeş oldukları için herbiri üç defa; , kardeş oldukları halde, daha hafif altı defa, sıkleti için yarısı olarak üç defa zikredilmiştir.


, , , mahreççe, sıfatça, sesçe kardeş oldukları için, herbirisi ikişer defa; ve ile beraber ikisi sûretinde ittihad ettikleri ve , sûretinde hissesi 'ın yarısıdır. Onun için kırk iki defa, onun yarısı olarak yirmi bir defa zikredilmiştir.


Hemze, ile mahreççe kardeş oldukları için, hemze Haşiye 2 on üç; bir derece daha hafif olduğu için, on dört defa; , , kardeş oldukları için 'ın bir noktası fazla olduğu için on; dokuz, dokuz; dokuz, on iki ( 'nin derecesi üç olduğu için on iki defa) zikredilmiştir.


, 'ın kardeşidir, fakat ebced hesâbiyle iki yüz, otuzdur; altı derece yukarı çıktığı için altı derece aşağı düşmüştür. Hem, telâffuzca tekerrür ettiğinden sakîl olup, yalnız altı defa zikredilmiştir.


, , , sıkletleri ve bâzı cihât-ı münâsebât için birer defa zikredilmiştir.


, 'dan ve hemze'den daha hafif ve 'dan ve 'ten daha sakîl olduğu için on yedi defa (sakîl hemze'den dört derece yukarı, hafif 'ten dört derece aşağı) zikredilmiştir.

 

İşte şu hurûfun bu zikrinde hârikulâde bu vaziyet-i muntazama ile ve o münâsebet-i hafiye ile ve o güzel intizam ve o dakîk ve ince nazm ve insicam ile iki kere iki dört eder derecede gösterir ki, beşer fikrinin haddi değil ki şunu yapabilsin. Tesadüf ise, muhâldir ki, ona karışsın. İşte şu vaziyet-i huruftaki intizam-ı acîb ve nizâm-ı garip, selâset ve fesâhat-i lâfzıyeye medâr olduğu gibi, daha gizli çok hikmetleri bulunabilir. Mâdem hurufâtında böyle intizam gözetilmiş, elbette kelimelerinde, cümlelerinde, mânâlarında öyle esrarlı bir intizam, öyle envarlı bir insicam gözetilmiş ki, göz görse "Mâşaallah," akıl anlasa "Bârekâllah" diyecek.

 



 

Haşiye 1: Tenvin dahi nun'dur.

Haşiye 2: Hemze, melfuz ve gayr-i melfuz yirmi beştir ve hemze'nin sâkin kardeşi elif'ten üç derece yukarıdır; zîrâ hareke üçtür. 

Beşinci Nokta: Beyânındaki berâattir; yani, tefevvuk ve metânet ve haşmettir. Nasıl ki, nazmında cezâlet, lâfzında fesâhat, mânâsında belâgat, üslûbunda bedâat var; beyânında dahi fâik bir berâat vardır.

Evet terğib ve terhib, medih ve zemm, ispat ve irşâd, ifhâm ve ifham gibi bütün aksâm-ı kelâmiyede ve tabakât-ı hitâbiyede beyânât-ı Kur'âniye en yüksek mertebededir. Meselâ:

• Makam-ı terğib ve teşvikte, hadsiz misâllerinden, meselâ Sûre-i -1- 'de beyânâtı, Haşiye 1 âb-ı Kevser gibi hoş, selsebil çeşmesi gibi selâsetle akar, Cennet meyveleri gibi tatlı, hûri libası gibi güzeldir.

• Makam-ı terhib ve tehditte, pekçok misâllerinden, meselâ -2- sûresinin başında beyânât-ı Kur'âniye, ehl-i dal sımâhında kaynayan rasâs gibi, dimâğında yakan ateş gibi, damağında yanan zakkum gibi, yüzünde saldıran Cehennem gibi, midesinde acı, dikenli darî' gibi tesir eder. Evet, bir zâtın tehdidini gösteren Cehennem gibi bir azab memuru, öfkesinden ve gayzından parçalanmak vaziyetini alması ve -3- söylemesi, söylenmesi, o Zâtın terhibi ne derece dehşetli olduğunu gösterir.

• Makam-ı medhin binler misâllerinden, başında -4- olan beş sûrede beyânât-ı Kur'âniye güneş gibi parlak, Haşiye 2 yıldız gibi zînetli, semâvât ve zemin gibi haşmetli, melekler gibi sevimli, dünyada yavrulara rahmet gibi şefkatli, âhirette Cennet gibi güzeldir.

• Makam-ı zemm ve zecirde, binler misâllerinden, meselâ -5- âyetinde dahi zemmi altı derece zemmeder; gıybetten, altı derece şiddetle zecreder. Şöyle ki: Mâlûmdur; âyetin başındaki hemze, sormak, "âyâ" mânâsındadır. O sormak mânâsı, su gibi âyetin bütün kelimelerine girer.

 



 

Haşiye 1: Şu üslup-u beyân, o sûrenin meâlinin libasını giymiş.

Haşiye 2: Şu tâbirâtta o sûrelerdeki bahislere işaret var.

 



 

1- İnsan üzerinden öyle bir devir geçti ki. (İnsan Sûresi: 1.)

2- Dehşeti her şeyi kaplayan Kıyâmetin haberi sana geldi mi? (Gâşiye Sûresi: 1.)

3- Neredeyse öfkeden parçalanacak! (Mülk Sûresi: 8.)

4- Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. (Fâtiha, En'am, Kehf, Sebe', Fâtır Sûrelerinin 1. âyetleri)

5- Sizden biri, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? (Hucurât Sûresi: 12.)

İşte birinci: Hemze ile der: "âyâ, suâl ve cevap mahalli olan aklınız yok mu ki, bu derece çirkin birşeyi anlamıyor."

İkincisi: lâfzı ile der: "âyâ, sevmek, nefret etmek mahalli olan kalbiniz bozulmuş mu ki, en menfur bir işi sever."

Üçüncüsü: kelimesiyle der: "Cemaatten hayatını alan hayat-ı içtimâiye ve medeniyetiniz ne olmuş ki, böyle hayatınızı zehirleyen bir ameli kabul eder."

Dördüncüsü: kelâmıyla der: "İnsaniyetiniz ne olmuş ki, böyle canavarcasına, arkadaşını dişle parçalamayı yapıyorsunuz."

Beşincisi: kelimesiyle der: "Hiç rikkat-i cinsiyeniz, hiç sıla-i rahminiz yok mu ki, böyle çok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlumun şahs-ı mânevîsini insafsızca dişliyorsunuz. Hiç aklınız yok mu ki, kendi âzânızı kendi dişinizle divâne gibi ısırıyorsunuz."

Altıncısı: kelâmıyla der: "Vicdânınız nerede, fıtratınız bozulmuş mu ki, en muhterem bir halde bir kardeşine karşı, etini yemek gibi en müstekreh bir iş yapılıyor." Demek, zemm ve gıybet aklen, kalben ve insaniyeten ve vicdânen ve fıtraten ve asabiyeten ve milliyeten mezmumdur. İşte bak; nasıl ki şu âyet, îcâzkârâne, altı mertebe, zemmi zemmetmekle i'câzkârâne altı derece o cürümden zecreder.

• Makam-ı ispatta, binler misâllerinden, meselâ

 

*

 

'de, haşri ispat ve istib'âdı izâle için öyle bir tarzda beyân eder ki, fevkınde ispat olamaz. Şöyle ki:

 

Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatinde, Yirmi İkinci Sözün Beşinci Lem'asında ispat ve izah edildiği gibi, "Her bahar mevsiminde ihyâ-i arz keyfiyetinde üç yüz bin tarzda haşrin numûnelerini nihayet derecede girift, birbirine karıştırdığı halde nihayet derecede intizam ve temyiz ile nazar-ı beşere gösteriyor ki, bunları böyle yapan Zâta, haşir ve Kıyâmet ağır olamaz," der.

 



 

* Şimdi bak Allah'ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor. Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; O her şeye hakkıyla kâdirdir. (Rum Sûresi: 50.)

Hem, zeminin sayfasında yüz binler envâı, beraber birbiri içinde kalem-i kudretiyle hatâsız, kusursuz yazmak birtek Vâhid-i Ehadin sikkesi olduğundan, şu âyetle, güneş gibi Vahdâniyeti ispat etmekle beraber, güneşin tulû ve gurûbu gibi kolay ve katî, Kıyâmet ve haşri gösterir.

İşte, lâfzındaki keyfiyet noktasında şu hakikati gösterdiği gibi, çok sûrelerde tafsil ile zikreder.

Meselâ, Sûre-i -1- 'de öyle parlak ve güzel ve şirin ve yüksek bir beyânla haşri ispat eder ki, baharın gelmesi gibi katî bir sûrette kanaat verir. İşte bak; kâfirlerin, çürümüş kemiklerin dirilmesini inkâr ederek, "Bu acîbdir, olamaz" demelerine cevaben,

 

-2-

 

ilâ âhir, -3- 'ye kadar ferman ediyor. Beyânı su gibi akıyor, yıldızlar gibi parlıyor; kalbe, hurma gibi hem lezzet, hem zevk veriyor, hem rızık oluyor. Hem, makam-ı ispatın en latîf misâllerinden,

 

-4- der.

Yani, "Hikmetli Kur'ân'a kasem ederim, sen resûllerdensin." Şu kasem işaret eder ki, risâletin hücceti o derece yakînî ve haktır ki, hakkâniyette makam-ı tâzim ve hürmete çıkmış ki, onunla kasem ediliyor. İşte şu işaret ile der: "Sen resûlsün; çünkü, senin elinde Kur'ân var. Kur'ân ise, haktır ve Hakkın kelâmıdır. Çünkü, içinde hakiki hikmet, üstünde sikke-i i'câz var."

• Hem, makam-ı ispatın îcâzlı ve i'câzlı misâllerinden, şu:

 

-5-

 

Yani, "İnsan der: 'Çürümüş kemikleri kim diriltecek?' Sen, de: 'Kim onları bidâyeten inşâ edip hayat vermiş ise, o diriltecek.'" Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatinin üçüncü temsilinde tasvir edildiği gibi, bir zât, göz önünde bir günde yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde, biri dese, "Şu zât, efrâdı istirahat için dağılmış olan bir taburu bir boru ile toplar, tabur nizâmı altına getirebilir."

 



 

1- Kaf. Şerefi pek yüce olan Kur'ân'a yemin olsun. (Kaf Sûresi: 1.)

2- Üstlerindeki göğe bakmazlar mı, onu nasıl binâ edip süsledik ki, hiçbir gediği yoktur. (Kaf Sûresi: 6.)

3- İşte kabrinizden çıkışınız da böyle olacaktır. (Kaf Sûresi: 11.)

4- Yâsin • Hikmet dolu Kur'ân'a yemin olsun • Ki, sen Allah tarafından insanlara gönderilmiş peygamberlerdensin. (Yâsin Sûresi: 1-3.)

5- Dedi: "Çürümüş kemikleri kim diriltecek?" • De ki: "Onu ilk önce kim yaratmışsa tekrar O diriltecek. O her şeyin yaratılışını hakkıyla bilendir. (Yâsin Sûresi: 78-79.) 

Sen ey insan, desen "İnanmam!" Ne kadar divânece bir inkâr olduğunu bilirsin. Aynen onun gibi, "Hiçten, yeniden, ordu-misâl bütün hayvanât ve sâir zîhayatın tabur-misâl cesedlerini kemâl-i intizamla ve mîzan-ı hikmetle o bedenlerin zerrâtını ve letâifini emr-i ile kaydedip birleştiren ve her karnda, hattâ her baharda rûy-i zeminde yüz binler ordu-misâl zevi'l-hayat envalarını, tâifelerini icad eden bir Zât-ı Kadîr-i Alîm, tabur misâl bir cesedin nizâmı altına girmekle birbiriyle tanışmış zerrât-ı esâsiye ve eczâ-i asliyeyi bir sayha ile, Sûr-u İsrâfil'in borusu ile nasıl toplayabilir?" istib'âd sûretinde denilir mi? Denilse, eblehçesine bir divâneliktir.

• Makam-ı irşâdda, beyânât-ı Kur'âniye o derece müessir ve rakîktir ve o derece mûnis ve şefîktir ki, şevk ile ruhu, zevk ile kalbi; aklı merakla ve gözü yaşla doldurur.

 

Binler misâllerinden, yalnız şu

-1-

 

(ilâ âhir), Yirminci Sözün Birinci Makamında, üçüncü âyet mebhasında ispat ve izah edildiği gibi, benî İsrâil'e der: "Mûsâ Aleyhisselâmın asâsı gibi bir mu'cizesine karşı sert taş on iki gözünden çeşme gibi yaş akıttığı halde, size ne olmuş ki, Mûsâ Aleyhisselâmın bütün mu'cizâtına karşı lâkayd kalıp, gözünüz kuru, yaşsız, kalbiniz katı, ateşsiz duruyor." O sözde şu mânâ-i irşâdî izah edildiği için oraya havale ederek, burada kısa kesiyorum.

• Makam-ı ifhâm ve ilzamda, binler misâllerinden yalnız şu iki misâle bak:

Birinci misâl:

 

-2-

 

Yani, "Eğer, bir şüpheniz varsa, size yardım edecek, şehâdet edecek bütün büyüklerinizi ve taraftarlarınızı çağırınız, birtek sûresine bir nazîre yapınız." İşârâtü'l-İ'câz'da izah ve ispat edildiği için burada yalnız icmâline işaret ederiz. Şöyle ki:

1- Sonra, bütün bunların ardından kalbiniz yine katılaştı. Sanki taş kesildi, hattâ taştan da katılaştı. (Bakara Sûresi: 74.)

2- Eğer kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz Kur'ân'dan bir şüpheniz varsa, haydi, onun benzeri bir sûre getirin. Allah'tan başka bütün yardımcılarınızı da çağırın-eğer iddiânızda doğru iseniz. (Bakara Sûresi: 23.) 

Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân diyor: "Ey ins ve cin! Eğer Kur'ân, kelâm-ı İlâhî olduğunda şüpheniz varsa, bir beşer kelâmı olduğunu tevehhüm ediyorsanız, haydi işte meydan, geliniz! Siz dahi ona Muhammedü'l-Emîn dediğiniz zât gibi, okumak yazmak bilmez, kıraat ve kitâbet görmemiş bir ümmîden bu Kur'ân gibi bir kitap getiriniz, yaptırınız. "Bunu yapamazsanız, haydi, ümmî olmasın, en meşhur bir edib, bir âlim olsun. "Bunu da yapamazsanız, haydi, birtek olmasın, bütün büleğânız, hutebânız, belki bütün geçmiş beliğlerin güzel eserlerini ve bütün gelecek ediblerin yardımlarını ve ilâhlarınızın himmetlerini beraber alınız, bütün kuvvetinizle çalışınız, şu Kur'ân'a bir nazîre yapınız. "Bunu da yapamazsanız, haydi, kâbil-i taklid olmayan hakâik-ı Kur'âniyeden ve mânevî çok mu'cizâtından kat-ı nazar, yalnız nazmındaki belâgatına nazîre olarak bir eser yapınız."

-1- ilzâmıyla der: "Haydi, sizden mânânın doğruluğunu istemiyorum. Müftereyât ve yalanlar ve bâtıl hikâyeler olsun.

"Bunu da yapamıyorsunuz; haydi, bütün Kur'ân kadar olmasın, yalnız , on sûresine nazîre getiriniz. "Bunu da yapamıyorsunuz; haydi, birtek sûresine nazîre getiriniz.

"Bu da çoktur; haydi, kısa bir sûresine bir nazîre ibraz ediniz. "Hattâ, mâdem bunu da yapmazsanız ve yapamazsınız. Hem bu kadar muhtaç olduğunuz halde-çünkü, haysiyet ve nâmusunuz, izzet ve dininiz, asabiyet ve şerefiniz, can ve malınız, dünya ve âhiretiniz, buna nazîre getirmekle kurtulabilir. yoksa dünyada haysiyetsiz, nâmussuz, dinsiz, şerefsiz, zillet içinde, can ve malınız helâkette mahvolup ve âhirette

 

-2-

 

işaretiyle, Cehennemde haps-i ebedî ile mahkûm ve sanemlerinizle beraber ateşe odunluk edeceksiniz.

 

"Hem mâdem sekiz mertebe aczinizi anladınız; elbette sekiz defa, Kur'ân dahi mu'cize olduğunu bilmekliğiniz gerektir. Ya imâna geliniz veyahut susunuz, Cehenneme gidiniz!"

İşte, Kur'ânı Mu'cizü'l-Beyânın makam-ı ifhâmdaki ilzamına bak ve de: -3- Evet, beyân-ı Kur'ân'dan sonra beyân olamaz ve hâcet kalmaz.

 



 

1- Ve düzme ve uydurma da olsa onun gibi on tane sûre getirin. (Hûd Sûresi: 13.)

2- Yakıtı insanlar ve taşlar olan, kâfirler için hazırlanmış Cehennem ateşinden sakının. (Bakara Sûresi: 24.)

3- Kur'ân'ın beyân ve ifadesinden sonra beyân ve açıklama yoktur

İkinci misâl:




-1-

 

İşte, şu âyâtın binler hakikatlerinden yalnız beyân-ı ifhâmiyeye misâl için bir hakikatini beyân ederiz. Şöyle ki:

-2- lâfzıyla on beş tabaka istifham-ı inkârî-i taaccübî ile ehl-i dal aksâmını susturur ve şübehâtın bütün menşe'lerini kapatır. Ehl-i dal için, içine girip saklanacak şeytânî bir delik bırakmıyor, kapatıyor. Altına girip gizlenecek bir perde-i dal bırakmıyor, yırtıyor. Yalanlarından hiçbir yalanı bırakmıyor, başını eziyor. Herbir fıkrada bir tâifenin hulâsa-i fikr-i küfrîlerini ya bir kısa tâbir ile iptal eder, ya butlânı zâhir olduğundan sükûtla butlânını bedâhete havale eder veya başka âyetlerde tafsîlen reddedildiği için, burada mücmelen işaret eder.

 



 

1- Sen öğüt vermeye devam et. Rabbinin sana verdiği peygamberlik nimeti hakkı için, sen ne bir kâhinsin, ne de bir mecnun. • Yoksa onlar "O bir şâirdir; biz onun başına gelecek felâketi bekliyoruz" mu diyorlar? • Sen "Bekleye durun," de. "Ben de sizinle beraber bekliyorum." • Onlar akıllarını kullanarak mı bunu söylüyorlar, yoksa onlar sırf bir azgınlar gürûhu mudur? • Yahut Kur'ân'ı kendisi mi uydurdu diyorlar? Doğrusu onların İmân etmeye niyetleri yoktur. • Eğer doğru söylüyorlarsa, Kur'ân'ın benzeri bir söz getirsinler. • Yoksa onlar bir yaratıcı olmaksızın mı yaratıldılar? Veya kendi kendilerini mi yaratıyorlar? • Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattı? Doğrusu onların düşünüp İmân etmeye niyetleri yoktur. • Yoksa Rabbinin hazîneleri onların yanında mı? Veya kâinatın tedbîr ve idaresini onlar mı ele geçirdi? • Yoksa göklere çıkıp da gök ehlinin haberlerini dinlemek için bir merdivenleri mi var? Öyleyse dinleyicileri, işittiklerine dâir açık bir delil getirsin. • Yoksa kız çocukları Onun, erkek çocuklar da sizin mi? • Yoksa sen onlardan bir ücret istedin de onlar ağır bir borç altına mı girdiler? • Yoksa gaybın ilmi onların yanında da oradan mı alıp yazıyorlar? • Yoksa sana bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Fakat o kâfirler tuzağa düşecek olanların tâ kendileridir. • Yoksa onların Allah'tan başka bir ilâhı mı var? Allah onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir. (Tûr Sûresi: 29-43.)

 

2- Yoksa, yoksa. 

Meselâ, birinci fıkra -1- âyetine işaret eder. On beşinci fıkra ise -2- âyetine remzeder. Daha sâir fıkraları buna kıyas et. Şöyle ki:

Başta diyor: "Ahkâm-ı İlâhiyeyi tebliğ et. Sen kâhin değilsin. Zîrâ kâhinin sözleri karışık ve tahminîdir; seninki hak ve yakînîdir. Mecnun olamazsın; düşmanın dahi senin kemâl-i aklına şehâdet eder.

 

" -3- âyâ, acaba muhâkemesiz, âmî kâfirler gibi, sana şâir mi diyorlar? Senin helâketini mi bekliyorlar? Sen, de: 'Bekleyiniz, ben de bekliyorum.' Senin parlak, büyük hakikatlerin şiirin hayalâtından münezzeh ve tezyinâtından müstağnîdir.

 

" -4- Yahut, acaba akıllarına güvenen akılsız feylesoflar gibi, 'Aklımız bize yeter' deyip sana ittibâdan istinkâf mı ederler? Halbuki, akıl ise sana ittibâı emreder. Çünkü bütün dediğin mâkuldür. Fakat akıl kendi başıyla ona yetişemez.

 

" -5- Yahut, inkârlarına sebep, tâğî zâlimler gibi, Hakka serfürû etmemeleri midir? Halbuki, mütecebbir zâlimlerin rüesâları olan Firavunların, Nemrudların âkıbetleri mâlûmdur.

 

" -6- Veyahut yalancı, vicdansız münâfıklar gibi, 'Kur'ân senin sözlerindir' diye seni ittiham mı ediyorlar? Halbuki, tâ şimdiye kadar 'Muhammedü'l-Emîn' diyerek içlerinde seni en doğru sözlü biliyorlardı. Demek onların imâna niyetleri yoktur. Yoksa Kur'ân'ın âsâr-ı beşeriye içinde bir nazîrini bulsunlar.

 

" -7- Veyahut, kâinatı abes ve gâyesiz îtikad eden felâsife-i abesiyyun gibi, kendilerini başıboş, hikmetsiz, gâyesiz, vazifesiz, hâlıksız mı zannediyorlar? Acaba gözleri kör olmuş, görmüyorlar mı ki, kâinat baştan aşağıya kadar hikmetlerle müzeyyen ve gâyelerle müsmirdir; ve mevcudât, zerrelerden güneşlere kadar, vazifelerle muvazzaftır ve evâmir-i İlâhiyeye musahharlardır.

 



 

1- Biz Peygambere şiir öğretmedik; bu ona yakışmaz da. (Yâsin Sûresi: 69.)

2- Eğer göklerde ve yerde Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de harab olup giderdi. (Enbiyâ Sûresi: 22..)

3- Yoksa onlar "O bir şâirdir; biz onun başına gelecek felâketi bekliyoruz" mu diyorlar? (Tûr Sûresi: 30.)

4- Onlar akıllarını kullanarak mı bunu söylüyorlar? (Tûr Sûresi: 32.)

5- Yoksa onlar sırf bir azgınlar gürûhu mudur? (Tûr Sûresi: 32.)

6- Yahut Kur'ân'ı kendisi mi uydurdu diyorlar? Doğrusu onların İmân etmeye niyetleri yoktur. (Tûr Sûresi: 33.)

7- Yoksa onlar bir yaratıcı olmaksızın mı yaratıldılar? (Tûr Sûresi: 35.)

" -1- Veyahut, firavunlaşmış maddiyyun gibi, 'Kendi kendine oluyorlar, kendi kendini besliyorlar, kendilerine lâzım olan herşeyi yaratıyorlar" mı tahayyül ediyorlar ki, imândan, ubûdiyetten istinkâf ederler? Demek, kendilerini birer hâlık zannederler. Halbuki, birtek şeyin hâlıkı, herbir şeyin hâlıkı olmak lâzım gelir. Demek kibir ve gururları onları nihayet derecede ahmaklaştırmış ki, bir sineğe, bir mikroba karşı mağlûp bir âciz-i mutlakı, bir kadîr-i mutlak zannederler. Mâdem bu derece akıldan, insaniyetten sukut etmişler; hayvandan, belki cemâdâttan daha aşağıdırlar. Öyle ise, bunların inkârlarından müteessir olma. Bunları dahi bir nevi muzır hayvan ve pis maddeler sırasına say; bakma, ehemmiyet verme.

 

" -2- Veyahut Halıkı inkâr eden fikirsiz, sersem muattıla gibi, Allah'ı inkâr mı ediyorlar ki, Kur'ân'ı dinlemiyorlar? Öyle ise, semâvât ve arzın vücudlarını inkâr etsinler; veyahut 'Biz halk ettik' desinler, bütün bütün aklın zıvanasından çıkıp divâneliğin hezeyânına girsinler. Çünkü, semâda yıldızları kadar; zeminde çiçekleri kadar berâhin-i tevhid görünüyor, okunuyor. Demek, yakîne ve hakka niyetleri yoktur. Yoksa, bir harf kâtipsiz olmaz bildikleri halde, nasıl bir harfinde bir kitap yazılan şu kâinat kitâbını, kâtipsiz zannediyorlar?

 

" -3- Veyahut, Cenâb-ı Hakkın ihtiyârını nefyeden bir kısım hükemâ-i dâlle gibi ve Berâhime gibi, asl-ı nübüvveti mi inkâr ediyorlar, sana İmân getirmiyorlar? Öyle ise, bütün mevcudâtta görünen ve ihtiyâr ve irâdeyi gösteren bütün âsâr-ı hikmeti ve gâyâtı ve intizamâtı ve semerâtı ve âsâr-ı rahmet ve inâyâtı ve bütün enbiyânın bütün mu'cizâtlarını inkâr etsinler. Veya 'Mahlûkata verilen ihsanâtın hazîneleri yanımızda ve elimizdedir' desinler, kâbil-i hitâb olmadıklarını göstersinler. Sen de onların inkârından müteellim olma, 'Allah'ın akılsız hayvanları çoktur' de.

 

" -4- Veyahut, aklı hâkim yapan mütehakkim mûtezile gibi kendilerini Halıkın işlerine rakîb ve müfettiş tahayyül edip, Halık-ı Zülcelâli mes'ul tutmak mı istiyorlar? Sakın fütur getirme. Öyle hodbînlerin inkârlarından birşey çıkmaz. Sen de aldırma.

 



 

1- Veya kendi kendilerini mi yaratıyorlar? (Tûr Sûresi: 35.)

2- Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattı? Doğrusu onların düşünüp İmân etmeye niyetleri yoktur. (Tûr Sûresi: 36.)

3- Yoksa Rabbinin hazîneleri onların yanında mı? (Tûr Sûresi: 37.)

4- Veya kâinatın tedbîr ve idaresini onlar mı ele geçirdi? (Tûr Sûresi: 37.)

" -1- Veyahut, cin ve şeytana uyup, kehânetfüruşlar, ispirtizmacılar gibi, âlem-i gayba başka bir yol mu bulunmuş zannederler? Öyle ise, şeytanlarına kapanan semâvâta, onunla çıkılacak bir merdivenleri mi var tahayyül ediyorlar ki, senin semâvî haberlerini tekzib ederler? Böyle şarlatanların inkârları, hiç hükmündedir.

 

" -2- Veyahut, ukûl-u aşere ve erbâbü'l-envâ nâmiyle, şerikleri itikad eden müşrik felâsife gibi ve yıldızlara ve melâikelere bir nevi ulûhiyet isnad eden Sâbiiyyun gibi, Cenâb-ı Hakka veled nisbet eden mülhid ve dâllînler gibi, Zât-ı Ehadve Samedin vücûb-u vücuduna, vahdetine, samediyetine, istiğnâ-i mutlakına zıd olan veledi nisbet ve melâikenin ubûdiyetine ve ismetine ve cinsiyetine münâfi olan ünûseti isnad mı ederler? Kendilerine şefaatçi mi zannederler ki, sana tâbi olmuyorlar? İnsan gibi mümkîn, fânî, bekâ-i nevine muhtaç ve cismânî ve mütecezzî, tekessüre kâbil ve âciz, dünyaperest, yardımcı bir vârise müştak mahlûklar için, vâsıta-i tekessür ve teâvün ve râbıta-i hayat ve bekâ olan tenâsül, elbette ve elbette vücudu vâcib ve dâim, bekâsı ezelî ve ebedî, zâtı cismâniyetten mücerred ve muallâ ve mahiyeti tecezzî ve tekessürden münezzeh ve müberrâ ve kudreti aczden mukaddes ve bîhemtâ olan Zât-ı Zülcelâle evlât isnad etmek; hem, o âciz, mümkîn, miskin insanlar dahi beğenmedikleri ve izzet-i mağrurânesine yakıştıramadıkları bir nevi evlât, yani hadsiz kızları isnad etmek, öyle bir safsatadır ve öyle bir divânelik hezeyanıdır ki, o fikirde olan heriflerin tekzibleri, inkârları hiçtir. Aldırmamalısın. Herbir sersemin safsatasına, her divânenin hezeyânına kulak verilmez.

 

" -3- Veyahut, hırsa, hıssete alışmış tâğî, bâğî dünyaperestler gibi, senin tekâlifini ağır mı buluyorlar ki, senden kaçıyorlar? Ve bilmiyorlar mı ki, sen ecrini, ücretini yalnız Allah'tan istiyorsun? Ve onlara Cenâb-ı Hak tarafından verilen maldan hem bereket, hem fakirlerin hased ve bedduâlarından kurtulmak için, ya ondan veya kırktan birisini kendi fakirlerine vermek ağır bir şey midir ki, emr-i zekâtı ağır görüp İslâmiyetten çekiniyorlar? Bunların tekzibleri ehemmiyetsiz olmakla beraber, hakları tokattır, cevap vermek değil.

 

" -4- Veyahut, gaybâşinâlık dâvâ eden Budeîler gibi ve umûr-u gaybiyeye dâir tahminlerini yakîn tahayyül eden akılfüruşlar gibi, senin gaybî haberlerini beğenmiyorlar mı? Gaybî kitapları mı var ki, senin gaybî kitabını kabul etmiyorlar? Öyle ise, vahye mazhar resûllerden başka kimseye açılmayan ve kendi başıyla ona girmeye kimsenin haddi olmayan âlem-i gayb kendi yanlarında hazır, açık tahayyül edip ondan mâlûmât alarak yazıyorlar hülyâsında bulunuyorlar. Böyle haddinden hadsiz tecavüz etmiş mağrur hodfüruşların tekzibleri sana fütur vermesin. Zîrâ az bir zamanda senin hakikatlerin onların hülyâlarını zîr ü zeber edecek.

 



 

1- Yoksa göklere çıkıp da gök ehlinin haberlerini dinlemek için bir merdivenleri mi var? Öyleyse dinleyicileri, işittiklerine dâir açık bir delil getirsin. (Tûr Sûresi: 38.)

2- Yoksa kız çocukları Onun, erkek çocuklar da sizin mi? (Tûr Sûresi: 39.)

3- Yoksa sen onlardan bir ücret istedin de onlar ağır bir borç altına mı girdiler? (Tûr Sûresi: 40.)

4- Yoksa gaybın ilmi onların yanında da oradan mı alıp yazıyorlar? (Tûr Sûresi: 41.) 

" -1- Veyahut, fıtratları bozulmuş, vicdanları çürümüş şarlatan münâfıklar, dessas zındıklar gibi, ellerine geçmeyen hidâyetten halkları aldatıp çevirmek, hile edip döndürmek mi istiyorlar ki, sana karşı kâh kâhin, kâh mecnun, kâh sâhir deyip, kendileri dahi inanmadıkları halde başkalarını inandırmak mı istiyorlar? Böyle hilebaz şarlatanları insan sayıp desîselerinden, inkârlarından müteessir olarak fütur getirme. Belki daha ziyâde gayret et. Çünkü, onlar kendi nefislerine hile ederler, kendilerine zarar ederler. Ve onların fenalıkta muvaffakıyetleri, muvakkattır ve istidrâcdır, bir mekr-i İlâhîdir.

 

" -2- Veyahut, hâlık-ı hayır ve hâlık-ı şer nâmiyle ayrı ayrı iki ilâh tevehhüm eden Mecûsiler gibi ve ayrı ayrı esbâba bir nevi ulûhiyet veren ve onları kendilerine birer nokta-i istinad tahayyül eden esbâbperestler, sanemperestler gibi, başka ilâhlara dayanıp sana muârazamı ederler? Senden istiğnâ mı ediyorlar? Demek, -3- hükmünce, şu bütün kâinatta gündüz gibi görünen bu intizam-ı ekmeli, bu insicâm-ı ecmeli kör olup görmüyorlar. Halbuki, bir köyde iki müdür, bir şehirde iki vâli, bir memlekette iki padişah bulunsa, intizam zîr ü zeber olur ve insicam herc ü merce düşer. Halbuki, sinek kanadından, tâ semâvât kandillerine kadar, o derece ince bir intizam gözetilmiş ki, sinek kanadı kadar şirke yer bırakılmamış. Mâdem bunlar bu derece hilâf-ı akıl ve hikmet ve münâfi-i his ve bedâhet hareket ediyorlar; onların tekzibleri seni tezkirden vazgeçirmesin."

 

İşte, silsile-i hakâik olan şu âyâtın yüzer cevherlerinden, yalnız ifhâm ve ilzama dâir birtek cevher-i beyânîsini icmâlen beyân ettik. Eğer iktidarım olsaydı, birkaç cevherlerini daha gösterseydim, "Şu âyetler tek başıyla bir mu'cizedir" sen dahi diyecektin.

 



 

1- Yoksa sana bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Fakat o kâfirler tuzağa düşecek olanların tâ kendileridir. (Tûr Sûresi: 42.)

2- Yoksa onların Allah'tan başka bir ilâhı mı var? Allah onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir. (Tûr Sûresi: 43.)

3- Eğer göklerde ve yerde Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de harab olup giderdi. (Enbiyâ Sûresi: 22.) 

Ammâ ifham ve tâlimdeki beyânât-ı Kur'âniye o kadar hârikadır, o derece letâfetli ve selâsetlidir; en basit bir âmî, en derin bir hakikati onun beyânından kolayca tefehhüm eder. Evet, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân çok hakâik-ı gâmızayı nazar-ı umumiyi okşayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avâmı tâciz edip yormayacak bir sûrette basitâne ve zâhirâne söylüyor, ders veriyor. Nasıl bir çocukla konuşulsa, çocukça tâbirât istimâl edilir; öyle de, -1- denilen mütekellim üslûbunda muhatabın derecesine sözüyle nüzûl edip öyle konuşan esâlîb-i Kur'âniye, en mütebahhir hükemânın fikirleriyle yetişemediği hakâik-ı gâmıza-i İlâhiye ve esrâr-ı Rabbâniyeyi müteşâbihât sûretinde, bir kısım teşbihât ve temsilât ile en ümmî bir âmîye ifham eder. Meselâ -2- bir temsil ile, rubûbiyet-i İlâhiyeyi saltanat misâlinde ve âlemin tedbîrinde mertebe-i rubûbiyetini, bir sultanın taht-ı saltanatında durup icrâ-i hükümet ettiği gibi bir misâlde gösteriyor.

Evet, Kur'ân, bu kâinat Halık-ı Zülcelâlinin kelâmı olarak Rubûbiyetinin mertebe-i âzamından çıkarak, umum mertebeler üstüne gelerek o mertebelere çıkanları irşâd ederek, yetmiş bin perdelerden geçerek o perdelere bakıp tenvir ederek, fehm ve zekâca muhtelif binler tabaka muhataplara feyzini dağıtıp ve nurunu neşrederek kabiliyetçe ayrı ayrı asırlar, karnlar üzerinde yaşamış ve bu kadar mebzûliyetle mânâlarını ortaya saçmış olduğu halde, kemâl-i şebâbetinden, gençliğinden zerre kadar zâyi etmeyerek, gayet tarâvette, nihayet letâfette kalarak; gayet suhûletli bir tarzda, sehl-i mümtenî bir sûrette, her âmîye anlayışlı ders verdiği gibi, aynı derste, aynı sözlerle fehimleri muhtelif ve dereceleri mütebâyin pekçok tabakalara dahi ders verip iknâ eden, işbâ eden bir kitâb-ı mu'ciznümânın hangi tarafına dikkat edilse, elbette bir lem'a-i i'câz görülebilir.

Elhâsıl: Nasıl -3- gibi bir lâfz-ı Kur'ânî okunduğu zaman dağın kulağı olan mağarasını doldurduğu gibi, aynı lâfız, sineğin küçücük kulakçığına da tamamen yerleşir; aynen öyle de, Kur'ân'ın mânâları, dağ gibi akılları işbâ ettiği gibi, sinek gibi küçücük, basit akılları dahi aynı sözlerle tâlim eder, tatmin eder. Zîrâ, Kur'ân bütün ins ve cinnin bütün tabakalarını imâna dâvet eder. Hem, umumuna imânın ulûmunu tâlim eder, ispat eder. Öyle ise, avâmın en ümmîsi havâssın en ehassına omuz omuza, diz dize verip beraber ders-i Kur'ânîyi dinleyip istifade edecekler. Demek, Kur'ân-ı Kerîm öyle bir mâide-i semâviyedir ki, binler muhtelif tabakada olan efkâr ve ukûl ve kulûb ve ervâh, o sofradan gıdâlarını buluyorlar, müştehiyâtını alıyorlar, arzuları yerine gelir. Hattâ pekçok kapıları kapalı kalıp, istikbâlde geleceklere bırakılmıştır.

Şu makama misâl istersen, bütün Kur'ân baştan nihayete kadar bu makamın misâlleridir. Evet, bütün müçtehidîn ve sıddîkîn ve hükemâ-i İslâmiye ve muhakkikîn ve ulemâ-i usûlü'l-fıkıh ve mütekellimîn ve evliyâ-i ârifîn ve aktâb-ı âşıkîn ve müdakkikîn-i ulemâ ve avâm-ı Müslimîn gibi Kur'ân'ın tilmizleri ve dersini dinleyenleri müttefikan diyorlar ki, "Dersimizi güzelce anlıyoruz." Elhâsıl, sâir makamlar gibi ifham ve tâlim makamında dahi Kur'ân'ın lemeât-ı i'câzı parlıyor.

 



 

1- Cenâb-ı Hakkın, kullarının anlayış seviyesine göre konuşması.

2- O Rahmân ki hükümranlığı Arşı kaplamıştır. (Tâhâ Sûresi: 5.)

3- Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. (Fâtiha, En'am, Kehf, Sebe', Fâtır Sûrelerinin 1. âyetleri)

   
Senden Önce 335 ziyaretçi (455 klik) Kişi Buradaydi.
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol