İslam Ansiklopedisi - Namaz ve Biz - sozler26
   
Menü
  Ana Sayfa
  İletişim
  Yorum Ve Görüşleriniz
  Burdayiz
  Bize Destek Olun
  DOSTLARIMIZ
  Anket
  Ahir Zaman
  Al-i İmran Suresi
  Allah'tan Korkmak
  Allah'ın 99 İsmi
  A'raf Suresi
  Ashab-i Kehf
  Bakara Suresi
  BAS ÖRTÜSÜ
  Bediuzzaman Said Nursi
  Berat Kandili
  Büyük Günahlar
  Cennet Ve Cehennem
  Cinler
  Dinimiz
  Din Eğitiminde İnsanın Merkezileşmesi
  Din Ve İnsan
  El Zinasi
  Esmâül Hüsnâ
  Evreni Allah Yarattı
  Evrenin Ölümünün Ardından
  Esmaül Hüsnanin Önemi
  Esma-i Hüsnâ'dan Esintiler
  Esnaül Hüsna Faziletleri - Faydalari
  Esmaül Hüsna (Geniş Anlamlı)
  Esmaül Hüsna Zikirleri
  Filistine Destek İHH
  Filistine Destek K.Y.M
  Kiyamete Dogru
  Günün Konusu
  Site Haritasi
  Soru Cevap
  Şiirler
  Risale-i Nur
  Resim Galerisi
  İlahi Oku
  Peygamberlerimiz
  Gusül Ve Abdest
  Islamda Kadın ve Erkek
  Mezhebler
  Mucizeler
  ViDEOLAR
  SiiR
  Namaz Hakkında
  Namazın Edebi
  Namaz Vakitleri
  Namaz ve Sağlık
  Namazlar ve Niyet
  54 FARZ
  Zina Ve Çeşitleri
  Zinanin Kötülüğü
  Zina Ve Dünyevi Azabi
  Zinanin Uhrevi Azabi
  Göz Zinasi
  Göz Zinasi 2
  Gıybet
  Zulüm
  Kibir
  Kızmak
  Şehvet
  Haram ve Şüpheli Yemek
  Kur'an Ve Önemi
  Yunus Suresi
  Fil Suresi
  Kureyş Suresi
  Kuranin Önemi
  Kur'anin İnişi
  İnsan
  İbadetin Önemi
  Nefis
  Ölüm
  Oruç Ve Çeşitleri
  Oruçlarda Niyetin Vakti
  Orucu Bozan Şeyler
  Farz Oruçlar
  Oruç Çeşitleri
  Mübarek Aylar,Günler ve Geceler
  Kadir Gecesi
  Recep Ayı
  Regaib Gecesi
  Miraç Kandili
  Şaban Ayı
  Ramazan Ayı
  Şevval Ayı
  Kurban ve Kurban Bayrami
  Muharrem Ayı ve Aşure Günü
  Kutlu Doğum ve Mevlid Kandili
  Kıyamet
  Kıyamet Günü 1
  Kıyamet Günü 2
  Kıyamet Günü 3
  Hz. Mehdi
  İlahiler
  Karışık İlahi
 
  Esmaül Hüsna Esintisi Dergisi
  Ilk Müslümanlar
  Islam Tarihimiz
  Resimli Namaz Anlatimi
  Islam Alimleri
  Kabe
  Nasihatlar
  HlCRET
  Kuran Ögreniyorum
  DuaIar
  Ahlak Bilgileri
  Besmele Kampanyasi
  Tevhidisohbet
  Sahabaler
  Hadisler
  Osmanli Padisahlari
  Türkiye il ve ilçeler
  İl İl Namaz Vakitleri
  il il imsakiye - İftar Vakitleri
  Güzel Sözler
  Dursun Ali Erzincanlı
  Şifali Bitkiler
  ilmihal
  Unutulan Sünnetler
  İslami Resimler
  Salavat
  Bilim
  Ramazana Özel
  Kuran-ı Kerim Türkçe Meali
 
  Bediüzzaman Said Nursi Hayati
  Sözler
  Mektubat
  Lemalar
  Şualar
  Hür Adam Bediuzzaman Said Nursi - Fragman
 
  Atatürk
  Ödevler
 
  Teknoloji
 
  Google
  Faydalı Siteler
 
  Facebook
  Reklam

 



"O, yaratan, var eden, şekil veren Allah'tır. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanlar O'nun şanını yüceltmektedirler. O, galiptir, hikmet sahibidir.(Haşr-24)"

 
ALLAH
(Uluhiyete mahsus sıfatların hepsini kendinde toplayan İsm-i Azam)

RAHMÂN
(Bütün yaratılmışlar hakkında hayır ve merhameti tercih eden)

RAHÎM
(Çok merhamet eden, nimet veren)

MELİK
(Bütün kainatın tek sahibi ve mutlak hükümdarı)

KUDDÛS
(Hatadan, gafletten ve her eksiklikten münezzeh)

SELÂM
(Esenlik veren, kullarını selamete çıkaran)

MÜ'MİN
(Gönüllere iman ışığını veren, vaadine güvenilen)

MÜHEYMİN
(Kainatın bütün işlerini gözetip yöneten)

AZÎZ
(Yenilmeyen yegane galip)

CEBBÂR
(İradesini her durumda yürüten, dilediğini zorla yaptırmaya muktedir olan)

MÜTEKEBBİR
(Her şeyde büyüklüğünü gösteren)

HÂLIK
(Büyün mevcudatı takdirine uygun şekilde yaratan)

BÂRİ'
(Bir model olmaksızın canlıları yaratan)

MUSAVVİR
(Her şeye şekil ve özellik veren)

GAFFÂR
(Daima affeden, tekrarlanan günahları bağışlayan)

KAHHÂR
(Her şeye her istediğini yapacak şekilde galip ve hakim)

VEHHÂB
(Karşılık beklemeden bol bol veren)

REZZÂK
(Bedenlerin ve ruhların gıdasını yaratıp veren)

FETTÂH
(Zorlukları kolaylaştıran ve iyilik kapılarını açan)

ALÎM
(Herşeyi çok iyi bilen)

KÂBID
(Rızkı tutan, canlıların ruhunu alan)

BÂSIT
(Rızkı genişleten, ruhları bedenlerine yayan)

HÂFID
(Alçaltan, zillete düşüren)

RÂFİ'
(Yukarı kaldıran, yükselten)

MUİZ
(Yücelten, izzet ve şeref veren)

MÜZİL
(Alçaltan, zillet veren)

SEMİ'
(Her şeyi işiten)

BASÎR
(Her şeyi gören)

HAKEM
(Son hükmü veren)

ADL
(Mutlak adalet sahibi, çok adaletli)

LATÎF
(Yaratılmışların ihtiyacını en ince noktasına kadar bilip, sezilmez yollarla karşılayan)

HABÎR
(Her şeyin iç yüzünden haberdar olan)

HALÎM
(Acele ile ve kızgınlıkla muamele etmeyen)

AZÎM
(Zatının ve sıfatlarının mahiyeti anlaşılamayacak kadar ulu)

GAFÛR
(Bütün günahları bağışlayan)

ŞEKÛR
(Az iyiliğe çok mükafat veren)

ALÎ
(İzzet, şeref ve hükümranlik bakımından en yüce, aşkın)

KEBÎR
(Zatının ve sıfatlarının mahiyeti anlaşılamayacak kadar ulu)

HAFÎZ
(Koruyup gözeten ve dengede tutan)

MUKÎT
(Bedenlerin ve ruhların gıdasını yaratip veren, bilip gücü yeten ve koruyan)

HASÎB
(Kullarının her yaptığını bilen, onları hesaba çeken)

CELÎL
(Azamet sahibi)

KERÎM
(Lütuf ve keremi çok bol ve çok geniş)

RAKÎB
(Büyün varlığı gözetleyip, kontrol eden)

MÜCÎB
(Dualara karşılık veren)

VÂSİ'
(İlmi ve merhameti herşeyi kuşatan)

HAKÎM
(Bütün emirleri ve işleri hikmetli olan)

VEDÛD
(Kullarını çok seven, sevilmeye gerçekten layık olan)

MECÎD

Türkiye'nin En Büyük
İslam Ansiklopedisi
Olma Yolunda Hızla Gelişen Bir Sitedir.
İslam Ansiklopedisi 2008 - 2021 ©
Yirmi Altıncı Söz

Kader Risâlesi


[Kader ile cüz-i ihtiyârî iki mesele-i mühimmedir. Ona dâir Dört Mebhas içinde birkaç sırlarını açmaya çalışacağız.]

Birinci Mebhas

Kader ve cüz-i ihtiyârî İslâmiyetin ve imânın nihayet hududunu gösteren, halî ve vicdânî bir imânın cüz'lerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir. Yani, mü'min, her şeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenâb-ı Hakka vere vere, tâ nihayette teklif ve mesuliyetten kurtulmamak için, cüz-i ihtiyârî önüne çıkıyor; ona "Mesul ve mükellefsin" der. Sonra, ondan sudûr eden iyilikler ve kemâlât ile mağrur olmamak için, kader karşısına geliyor; der: "Haddini bil, yapan sen değilsin."

Evet, kader, cüz-i ihtiyârî, İmân ve İslâmiyetin nihayet merâtibinde; kader, nefsi gururdan; ve cüz-i ihtiyârî, adem-i mesuliyetten kurtarmak içindir ki, mesâil-i imâniyeye girmişler. Yoksa, mütemerrid nüfûs-u emmârenin işledikleri seyyiâtının mesuliyetinden kendilerini kurtarmak için kadere yapışmak ve onlara in'âm olunan mehâsinle iftihar etmek, gururlanmak, cüz-i ihtiyârîye istinat etmek, bütün bütün sırr-ı kadere ve hikmet-i cüz-i ihtiyâriyeye zıd bir harekete sebebiyet veren ilmî meseleler değildir.



Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.
Hiçbir şey yoktur ki, hazîneleri Bizim yanımızda olmasın. Her şeyi Biz belirli bir miktar ile indiririz. (Hicr Sûresi: 21.)
Biz her şeyi Levh-i Mahfuzda tek tek yazdık. (Yâsin Sûresi: 12.)

Evet, mânen terakkî etmeyen avâm içinde, kaderin cây-ı istimâli var; fakat, o da mâziyât ve mesâibdedir ki, yeisin ve hüznün ilâcıdır. Yoksa, maâsî ve istikbâliyâtta değildir ki, sefâhete ve atâlete sebep olsun. Demek, kader meselesi teklif ve mesûliyetten kurtarmak için değil, belki fahr ve gururdan kurtarmak içindir ki, imâna girmiş. Cüz-i ihtiyârî, seyyiâta mercî olmak içindir ki akîdeye dahil olmuş; yoksa mehâsine masdar olarak tefer'un etmek için değildir.

Evet, Kur'ân'ın dediği gibi, insan, seyyiâtından tamamen mesûldür. Çünkü, seyyiâtı isteyen odur. Seyyiât, tahribât nevinden olduğu için, insan bir seyyie ile çok tahribât yapabilir. Müthiş bir cezaya kesb-i istihkak eder: bir kibrit ile bir evi yakmak gibi. Fakat, hasenâtta iftihara hakkı yoktur; onda, onun hakkı pek azdır. Çünkü, hasenâtı isteyen, iktizâ eden rahmet-i İlâhiye ve icad eden kudret-i Rabbâniyedir. Suâl ve cevap, dâî ve sebep, ikisi de Hak'tandır. İnsan, yalnız duâ ile, İmân ile, şuur ile, rızâ ile, onlara sahip olur.

Fakat seyyiâtı isteyen, nefs-i insaniyedir-ya istidad ile, ya ihtiyâr ile. Nasıl ki beyaz, güzel güneşin ziyâsından bâzı maddeler, siyahlık ve taaffün alır; o siyahlık onun istidadına âittir. Fakat, o seyyiâtı çok mesâlihi tazammun eden bir kanun-u İlâhî ile icad eden, yine Hak'tır. Demek, sebebiyet ve suâl, nefistendir ki, mesuliyeti o çeker. Hakka âit olan halk ve icad ise, daha başka güzel netice ve meyveleri olduğu için, güzeldir, hayırdır.

İşte, şu sırdandır ki, kisb-i şer, şerdir; halk-ı şer, şer değildir. Nasıl ki pek çok mesâlihi tazammun eden bir yağmurdan zarar gören tembel bir adam, diyemez "Yağmur rahmet değil." Evet, halk ve icad da bir şerr-i cüzî ile beraber hayr-ı kesir vardır. Bir şerr-i cüzî için hayr-ı kesîri terk etmek, şerr-i kesîr olur. Onun için, o şerr-i cüzî hayır hükmüne geçer. İcad-ı İlâhîde şer ve çirkinlik yoktur; belki, abdin kisbine ve istidadına âittir.

Hem nasıl kader-i İlâhî netice ve meyveler itibâriyle şerden ve çirkinlikten münezzehtir; öyle de, illet ve sebep itibâriyle dahi zulümden ve kubuhtan mukaddestir. Çünkü, kader hakiki illetlere bakar, adâlet eder; insanlar, zâhirî gördükleri illetlere hükümlerini binâ eder, kaderin aynı adâletinde zulme düşerler. Meselâ, hâkim seni sirkatle mahkûm edip, hapsetti. Halbuki, sen sârık değilsin; fakat, kimse bilmez gizli bir katlin var. İşte, kader-i İlâhî dahi seni o hapisle mahkûm etmiş. Fakat, kader, o gizli katlin için mahkûm edip adâlet etmiş; hâkim ise, sen ondan mâsum olduğun sirkate binâen mahkûm ettiği için zulmetmiştir. İşte, şey-i vâhidde iki cihetle kader ve icad-ı İlâhînin adâleti ve insan kisbinin zulmü göründüğü gibi; başka şeyleri buna kıyas et. Demek, kader ve icad-ı İlâhî mebde' ve müntehâ, asıl ve fer', illet ve neticeler itibâriyle şerden ve kubuhtan ve zulümden münezzehtir.

Eğer denilse: "Mâdem cüz-i ihtiyârînin icada kabiliyeti yok, bir emr-i itibârî hükmünde olan kisbden başka insanın elinde bir şey bulunmuyor; nasıl oluyor ki, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânda Hâlık-ı Semâvât ve Arza karşı, insana âsi ve düşman vaziyeti verilmiş, Hâlık-ı Arz ve Semâvât ondan azîm şikâyetler ediyor, o âsi insana karşı abd-i mümine yardım için Kendini ve bütün melâikesini tahşid ediyor, ona azîm bir ehemmiyet veriyor?"

Elcevap: Çünkü küfür ve isyan ve seyyie, tahriptir, ademdir. Halbuki, azîm tahribât ve hadsiz ademler, bir tek emr-i itibârîye ve ademîye terettüb edebilir. Nasıl ki, bir azîm sefinenin dümencisi vazifesinin adem-i ifâsıyla, sefine gark olup, bütün hademelerin netice-i sa'yleri iptal olur; bütün o tahribât, bir ademe terettüb ediyor. Öyle de, küfür ve mâsiyet, adem ve tahrip nevinden olduğu için, cüz-i ihtiyârî bir emr-i itibârî ile onları tahrik edip, müthiş netâice sebebiyet verebilir. Zîrâ, küfür çendan bir seyyiedir; fakat, bütün kâinatı kıymetsizlikle ve abesiyetle tahkir ve delâil-i vahdâniyeti gösteren bütün mevcudâtı tekzib ve bütün tecelliyât-ı esmâyı tezyif olduğundan, bütün kâinat ve mevcudât ve esmâ-i İlâhiye nâmına, Cenâb-ı Hak, kâfirden şedid şikâyet ve dehşetli tehdidât etmek, ayn-ı hikmettir ve ebedî azap vermek, ayn-ı adâlettir.

Mâdem insan küfür ve isyanla tahribât tarafına gidiyor; az bir hizmetle pek çok işleri yapar. Onun için, ehl-i imân, onlara karşı Cenâb-ı Hakkın inâyet-i azîmine muhtaçtır. Çünkü, on kuvvetli adam bir evin muhâfazasını ve tâmirâtını deruhte etse, haylaz bir çocuğun o hâneye ateş vermeye çalışmasına karşı, o çocuğun velîsine, belki padişahına mürâcaata, yalvarmaya mecbur olması gibi; müminlerin de, böyle edepsiz ehl-i isyana karşı dayanmak için, Cenâb-ı Hakkın çok inâyâtına muhtaçtırlar.

Elhâsıl: Eğer kader ve cüz-i ihtiyârîden bahseden adam ehl-i huzur ve kemâl-i İmân sahibi ise, kâinatı ve nefsini Cenâb-ı Hakka verir, Onun tasarrufunda bilir. O vakit hakkı var, kaderden ve cüzî ihtiyârîden bahsetsin. Çünkü, mâdem nefsini ve her şeyi Cenâb-ı Haktan bilir. O vakit, cüz-i ihtiyârîye istinat ederek mesûliyeti deruhte eder, seyyiâta merciiyeti kabul edip Rabbini takdîs eder, daire-i ubûdiyette kalıp teklif-i İlâhiyeyi zimmetine alır. Hem, kendinden sudûr eden kemâlât ve hasenât ile gururlanmamak için kadere bakar, fahr yerine şükreder. Başına gelen musîbetlerde kaderi görür, sabreder.

Eğer kader ve cüz-i ihtiyârîden bahseden adam ehl-i gaflet ise, o vakit kaderden ve cüz-i ihtiyârîden bahse hakkı yoktur. Çünkü, nefs-i emmâresi, gaflet veya dalâlet sâikasıyla kâinatı esbâba verip, Allah'ın malını onlara taksim eder; kendini de kendine temlik eder. Fiilini kendine ve esbâba verir; mesuliyeti ve kusuru kadere havale eder. O vakit, nihayette Cenâb-ı Hakka verilecek olan cüz-i ihtiyârî ve en nihayette medâr-ı nazar olacak olan kader bahsi mânâsızdır. Yalnız, bütün bütün onların hikmetine zıd ve mesuliyetten kurtulmak için bir desîse-i nefsiyedir.

İkinci Mebhas

Ehl-i ilme mahsus, Haşiye ince bir tetkik-i ilmîdir.

Eğer desen: "Kader ile cüz-i ihtiyârî nasıl tevfîk edilebilir?"

 


Haşiye :Bu İkinci Mebhas, en derin ve en müşkül bir sırr-ı kader meselesidir. Bütün ulemâ-i muhakkikînce en ehemmiyetli ve münâzaralı bir mesele-i akaidi kelâmiyedir; Risâle-i Nur tam halletmiş.

Elcevap: Yedi vecihle.

• Birincisi: Elbette kâinatın intizam ve mîzan lisâniyle hikmet ve adâletine şehâdet ettiği bir âdil-i Hakîm, insan için medâr-ı sevap ve ikâb olacak, mahiyeti meçhûl bir cüz-i ihtiyârî vermiştir. O âdil-i Hakîmin pek çok hikmetini bilmediğimiz gibi, şu cüz-i ihtiyârînin kaderle nasıl tevfîk edildiğini bilmediğimiz, olmamasına delâlet etmez.

• İkincisi: Bizzarûre herkes kendisinde bir ihtiyâr hisseder; o ihtiyârın vücudunu vicdânen bilir. Mevcudâtın mahiyetini bilmek ayrıdır, vücudunu bilmek ayrıdır. Çok şeyler var, vücudu bizce bedihî olduğu halde, mahiyeti bizce meçhûl. İşte şu cüz-i ihtiyârî öyleler sırasına girebilir. Her şey mâlûmâtımıza münhasır değildir. Adem-i ilmimiz, onun ademine delâlet etmez.

• Üçüncüsü: Cüz-i ihtiyârî, kadere münâfi değil; belki, kader ihtiyârı teyid eder. Çünkü, kader, ilm-i İlâhînin bir nevidir. İlm-i İlâhî, ihtiyârımıza taallûk etmiş. Öyle ise, ihtiyârı teyid ediyor, iptal etmiyor.

• Dördüncüsü: Kader, ilim nevindendir. İlim, mâlûma tâbidir. Yani, nasıl olacak, öyle taallûk ediyor. Yoksa, mâlûm, ilme tâbi değil. Yani, ilim desâtiri, mâlûmu, haricî vücud noktasında idare etmek için esas değil. Çünkü, mâlûmun zâtı ve vücud-u haricîsi, irâdeye bakar ve kudrete istinat eder.

Hem, ezel, mâzi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki, ezel, mâzi ve hal ve istikbâli birden tutar, yüksekten bakar bir ayna-misâldir. Öyle ise, daire-i mümkinât içinde uzanıp giden zamanın mâzi tarafında bir uç tahayyül edip, ona "ezel" deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhâkeme etmek hakikat değildir.

Şu sırrın keşfi için şu misâle bak: Senin elinde bir ayna bulunsa, sağ tarafındaki mesafe mâzi, sol tarafındaki mesafe müstakbel farz edilse, o ayna yalnız mukabilini tutar. Sonra, o iki tarafı bir tertib ile tutar; çoğunu tutamaz. O ayna ne kadar aşağı ise, o kadar az görür. Fakat, o ayna ile yükseğe çıktıkça, o aynanın mukabil dairesi genişlenir; git gide, bütün iki taraf mesafeyi birden, bir anda tutar. İşte şu ayna, şu vaziyette onun irtisâmında, o mesafelerde cereyan eden hâlât birbirine mukaddem muahhar, muvâfık muhâlif denilmez.

İşte, kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadîsin tâbiriyle, manzâr-ı âlâdan, ezelden ebede kadar Her şey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihâta eder bir makam-ı âlâdadır. Biz ve muhâkemâtımız, onun haricinde olamaz ki, mâzi mesafesinde bir ayna tarzında olsun.

• Beşincisi: Kader, sebeple müsebbebe bir taallûku var. Yani, şu müsebbeb, şu sebeple vukua gelecek. Öyle ise, denilmesin ki, "Mâdem filân adamın ölmesi, filân vakitte mukadderdir; cüz-i ihtiyârıyla tüfek atan adamın ne kabahati var? Atmasaydı, yine ölecekti?"

Suâl: Niçin denilmesin?

Elcevap: Çünkü, kader onun ölmesini onun tüfeğiyle tâyin etmiştir. Eğer onun tüfek atmamasını farz etsen, o vakit kaderin adem-i taallûkunu farz ediyorsun. O vakit ölmesini ne ile hükmedeceksin? Yalnız, Cebrî gibi, sebebe ayrı, müsebbebe ayrı birer kader tasavvur etsen, veyahut Mûtezile gibi, kaderi inkâr etsen, Ehl-i Sünnet ve Cemaati bırakıp fırka-i dâlleye girersin. Öyle ise, biz ehl-i hak deriz ki, "Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhûl." Cebrî der: "Atmasaydı yine ölecekti." Mûtezile der: "Atmasaydı ölmeyecekti."

• Altıncısı: Haşiye Cüz-i ihtiyârînin üssü'l-esâsı olan meyelân, Mâtüridîce bir emr-i itibârîdir, abde verilebilir. Fakat, Eş'ârî, ona mevcud nazarıyla baktığı için, abde vermemiş; fakat o meyelândaki tasarruf, Eş'âriyece bir emr-i itibârîdir. Öyle ise, o meyelân, o tasarruf bir emr-i nisbîdir; muhakkak bir vücud-u haricîsi yoktur. Emr-i itibârî ise, illet-i tâmme istemez ki, illet-i tâmme vücudu için lüzum ve zarûret ve vücûb ortaya girip, ihtiyârı ref' etsin. Belki, o emr-i itibârînin illeti bir rüçhâniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibârî sübut bulabilir. Öyle ise, o anda onu terk edebilir. Kur'ân ona o anda diyebilir ki, "Şu şerdir, yapma."

Evet, eğer abd, hâlık-ı ef'âli bulunsaydı ve icada iktidarı olsaydı, o vakit ihtiyârı ref' olurdu. Çünkü ilm-i usûl ve hikmette,
kaidesince mukarrerdir ki, "bir şey vâcib olmazsa, vücuda gelmez." Yani, illet-i tâmme bulunacak; sonra vücuda gelebilir. İllet-i tâmme ise, mâlûlü, bizzarûre ve bilvücûb iktizâ ediyor. O vakit ihtiyâr kalmaz.

Eğer desen: Tercih bilâmüreccih muhâldir. Halbuki, o emr-i itibârî dediğimiz kisb-i insanî, bâzan yapmak ve bâzan yapmamak, eğer mûcib bir müreccih bulunmazsa, tercih bilâmüreccih lâzım gelir. Şu ise, usûl-ü kelâmiyenin en mühim bir esâsını hedm eder."

Elcevap: Tereccuh bilâmüreccih muhâldir. Yani, müreccihsiz, sebepsiz rüçhâniyet muhâldir. Yoksa, tercih bilâmüreccih câizdir ve vâki'dir. İrâde bir sıfattır; onun şe'ni, böyle bir işi görmektir.

Eğer desen: "Mâdem katli halk eden Hak'tır; niçin bana kâtil denilir?"

Elcevap: Çünkü, ilm-i sarf kaidesince, ism-i fâil, bir emr-i nisbî olan masdardan müştaktır. Yoksa, bir emr-i sabit olan hâsıl-ı bilmasdardan inşikak etmez. Masdar kisbimizdir; kâtil ünvânını da biz alırız. Hâsıl-ı bilmasdar, Hakkın mahlûkudur. mesuliyeti işmâm eden bir şey, hâsıl-ı bilmasdardan müştak kılınmaz.

• Yedincisi: İrâde-i cüz'iye-i insaniye ve cüz-i ihtiyâriyesi, çendan zayıftır, bir emr-i itibârîdir; fakat Cenâb-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, o zayıf, cüzî irâdeyi, irâde-i külliyesinin taallûkuna bir şart-ı âdi yapmıştır. Yani, mânen der: "Ey abdim, ihtiyârınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mesuliyet sana âittir."

 


Haşiye: Gayet müdakkik âlimlere mahsus bir hakikattir.

Teşbihte hatâ olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omzuna alsan, onu muhayyer bırakıp, "Nereyi istersen seni oraya götüreceğim" desen; o çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette, "Sen istedin" diyerek itâb edip, üstünde bir tokat vuracaksın. İşte, Cenâb-ı Hak, Ahkemü'l-Hâkimîn, nihayet zaafta olan abdin irâdesini bir şart-ı âdi yapıp, irâde-i külliyesi ona nazar eder.

Elhâsıl: Ey insan! Senin elinde gayet zayıf, fakat seyyiâtta ve tahribâtta eli gayet uzun ve hasenâtta eli gayet kısa cüz-i ihtiyârî nâmında bir irâden var. O irâdenin bir eline duâyı ver ki, silsile-i hasenâtın bir meyvesi olan Cennete eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiâttan kısalsın ve o şecere-i mel'unenin bir meyvesi olan zakkum-u Cehenneme yetişmesin.

Demek, duâ ve tevekkül meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tevbe dahi meyelân-ı şerri keser, tecavüzâtını kırar.

Üçüncü Mebhas

Kadere imân, imânın erkânındandır. Yani, "Her şey Cenâb-ı Hakkın takdiriyledir." Kadere delâil-i katiye o kadar çoktur ki, had ve hesâba gelmez. Biz, basit ve zâhir bir tarz ile, şu rükn-ü imâniyeyi, ne derece kuvvetli ve geniş olduğunu, bir Mukaddeme ile göstereceğiz.

Mukaddeme: Her şey vücudundan evvel ve vücudundan sonra yazıldığını gibi pek çok âyât-ı Kur'âniye tasrih ediyor ve şu kâinat denilen, kudretin kur'ân-ı kebîrinin âyâtı dahi şu hükm-ü Kur'ânîyi nizam ve mîzan ve intizam ve tasvir ve tezyin ve imtiyaz gibi âyât-ı tekviniyesiyle tasdik ediyor.

Evet, şu kâinat kitâbının manzum mektubâtı ve mevzun âyâtı şehâdet eder ki, Her şey yazılıdır. Ammâ, vücudundan evvel Her şey mukadder ve yazılı olduğuna delil, bütün mebâdi ve çekirdekler ve mekâdîr ve sûretler birer şâhiddir. Zîrâ, her bir tohum ve çekirdekler, kâf nûn tezgâhından çıkan birer latîf sandukçadır ki, kaderle tersîm edilen bir fihristecik ona tevdî edilmiştir ki; Kudret, o kaderin hendesesine göre zerrâtı istihdam edip, o tohumcuklar üstünde koca mucizât-ı kudreti binâ ediyor. Demek, bütün ağacın başına gelecek, bütün vâkıatı ile, çekirdeğinde yazılı hükmündedir. Zîrâ tohumlar maddeten basittir, birbirinin aynıdır, maddeten bir şey yoktur.

Hem her şeyin miktar-ı muntazaması, kaderi vâzıhan gösterir. Evet, hangi zîhayata bakılsa, görünüyor ki, gayet hikmetli ve sanatlı bir kalıptan çıkmış gibi bir miktar, bir şekil var ki; o miktarı, o sûreti, o şekli almak ya hârika ve nihayet derecede eğri büğrü maddî bir kalıp bulunmalı, veyahut kaderden gelen mevzun, ilmî bir kalıb-ı mânevî ile kudret-i ezeliye o sûreti, o şekli biçip giydiriyor. Meselâ, sen şu ağaca, şu hayvana dikkat ile bak ki, câmid, sağır, kör, şuursuz, birbirinin misli olan zerreler, onun neşv ü nemâsında hareket eder. Bâzı eğri büğrü hududlarda, meyve ve faydaların yerini tanır, görür, bilir gibi durur, tevakkuf eder. Sonra, başka bir yerde, büyük bir gâyeyi tâkip eder gibi yolunu değiştirir. Demek kaderden gelen miktar-ı mânevînin ve o miktarın emr-i mânevîsiyle zerreler hareket ederler.

 


Yaş ve kuru ne varsa apaçık bir kitapta yazılmıştır. (En'âm Sûresi: 59.)

Mâdem, maddî ve görünecek eşyada bu derece kaderin tecelliyâtı var; elbette, eşyanın mürûr-u zamanla giydikleri sûretler ve ettikleri harekât ile hâsıl olan vaziyetler dahi, bir intizam-ı kadere tâbidir. Evet, bir çekirdekte hem bedihî olarak, irâde ve evâmir-i tekviniyenin ünvânı olan Kitâb-ı Mübîn'den haber veren ve işaret eden, hem nazarî olarak emir ve ilm-i İlâhînin bir ünvânı olan İmâm-ı Mübîn'den haber veren ve remzeden iki kader tecellîsi var.

Bedihî kader ise, o çekirdeğin tazammun ettiği ağacın maddî keyfiyât ve vaziyetleri ve heyetleridir ki, sonra göz ile görünecek.

Nazarî ise, o çekirdekte ondan halk olunacak ağacın müddet-i hayatındaki geçireceği tavırlar, vaziyetler, şekiller, hareketler, tesbihâtlardır ki, tarihçe-i hayat nâmiyle tâbir edilen vakit bevakit değişen tavırlar, vaziyetler, şekiller, fiiller, o ağacın dalları, yaprakları gibi intizamlı birer kaderî miktarı vardır.

Mâdem en âdi ve basit eşyada, böyle, kaderin tecellîsi var. Elbette, umum eşyanın vücudundan evvel yazılı olduğunu ifade eder ve az bir dikkatle anlaşılır.

Şimdi, vücudundan sonra her şeyin sergüzeşt-i hayatı yazıldığına delil ise, âlemde Kitâb-ı Mübîn ve İmâm-ı Mübîn'den haber veren bütün meyveler ve Levh-i Mahfuz'dan haber veren ve işaret eden insandaki bütün kuvve-i hâfızalar birer şâhiddir, birer emâredir.

Evet, her bir meyve, bütün ağacın mukadderât-ı hayatı onun kalbi hükmünde olan çekirdeğinde yazılıyor. İnsanın sergüzeşt-i hayatıyla beraber, kısmen âlemin hâdisât-ı mâziyesi, kuvve-i hâfızasında öyle bir sûrette yazılıyor ki, güyâ hardal küçüklüğünde bu kuvvecikte, dest-i kudret, kalem-i kaderiyle insanın sahife-i a'mâlinden küçük bir senet istinsâh ederek, insanın eline verip, dimâğının cebine koymuş. Tâ, muhasebe vaktinde, onunla hatırlatsın; hem, tâ mutmaîn olsun. Ki, bu fenâ ve zevâl herc ü mercinde bekâ için pek çok aynalar var ki, Kadîr-i Hakîm, zâillerin hüviyetlerini onlarda tersîm edip, ibkâ ediyor. Hem, bekâ için pek çok levhalar var ki, Hafîz-i Alîm, fânîlerin mânâlarını onlarda yazıyor.

Elhâsıl: Mâdem en basit ve en aşağı derece-i hayat olan nebâtât hayatı bu derece kaderin nizâmına tâbidir; elbette, en yüksek derece-i hayat olan hayat-ı insaniye, bütün teferruâtıyla, kaderin mikyâsıyla çizilmiştir ve kalemiyle yazılıyor. Evet, nasıl katreler buluttan haber verir, reşhalar su menbaını gösterir, senetler, cüzdanlar, bir defter-i kebîrin vücuduna işaret ederler; öyle de, şu meşhudumuz olan, zîhayatlardaki intizam-ı maddî olan bedihî kader ve intizam-ı mânevî ve hayatî olan nazarî kaderin reşhaları, katreleri, senetleri, cüzdanları hükmünde olan meyveler, nutfeler, tohumlar, çekirdekler, sûretler, şekiller, bilbedâhe Kitâb-ı Mübîn denilen irâde ve evâmir-i tekviniyenin defterini ve İmâm-ı Mübîn denilen ilm-i İlâhînin bir divânı olan Levh-i Mahfuz'u gösterir.

Netice-i meram: Mâdem bilmüşâhede görüyoruz ki, her bir zîhayatın neşv ü nemâ zamanında zerreleri eğri büğrü hududlara gider, durur; zerreler yolunu değiştirir; o hududların nihayetlerinde birer hikmet, birer fayda, birer maslahatı semere verirler. Bilbedâhe, o şeyin miktar-ı sûrîsi, bir kader kalemiyle tersîm edilmiştir. İşte, meşhud, bedihî kader, o zîhayatın mânevî hâlâtında dahi bir kader kalemiyle çizilmiş muntazam meyvedar hududları, nihayetleri var olduğunu gösterir. Kudret masdardır, kader mistardır. Kudret, o maânî kitâbını, o mistar üstünde yazar. Mâdem maddî ve mânevî kader kalemiyle tersîm edilmiş müsmir hududlar, hikmetli nihayetler olduğunu katiyen anlıyoruz; elbette, her bir zîhayatın müddet-i hayatında geçireceği ahvâl ve etvârı, o kaderin kalemiyle tersîm edilmiş. Çünkü, sergüzeşt-i hayatı, bir intizam ve mîzan ile cereyan ediyor; sûretler değiştiriyor, şekiller alıyor.

Mâdem, böyle, umum zîhayatta kalem-i kader hükümrandır; elbette âlemin en mükemmel meyvesi ve arzın halîfesi ve emânet-i kübrânın hâmili olan insanın sergüzeşt-i hayatiyesi, her şeyden ziyâde, kaderin kanununa tâbidir.

Eğer dese: "Kader bizi böyle bağlamış, hürriyetimizi selb etmiştir. İnbisat ve cevelâna müştak olan kalp ve ruh için, kadere İmân bir ağırlık, bir sıkıntı vermiyor mu?"

Elcevap: Kat'â ve aslâ! Sıkıntı vermediği gibi, nihayetsiz bir hiffet, bir rahatlık ve ruh ve reyhânı veren ve emn ü emânı temin eden bir sürur, bir nur veriyor. Çünkü, insan kadere İmân etmezse, küçük bir dairede cüzî bir serbestiyet, muvakkat bir hürriyet içinde, dünya kadar ağır bir yükü, bîçare ruhun omuzunda taşımaya mecburdur. Çünkü, insan bütün kâinatla alâkadardır, nihayetsiz makâsıd ve metâlibi var; kudreti, irâdesi, hürriyeti milyondan birisine kâfi gelmediği için, çektiği mânevî sıkıntı ağırlığı, ne kadar müthiş ve muvahhiş olduğu anlaşılır. İşte kadere imân, bütün o ağırlığı kaderin sefinesine atar, kemâl-i rahat ile, ruh ve kalbin kemâl-i hürriyetiyle kemâlâtında serbest cevelânına meydan veriyor. Yalnız nefs-i emmârenin cüzî hürriyetini selb eder ve firavuniyetini ve rubûbiyetini ve keyfemâyeşâ hareketini kırar.

Kadere İmân o kadar lezzetli, saadetlidir ki, tarif edilmez. Yalnız, şu temsil ile o lezzete ve o saadete bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:

İki adam bir padişahın pâyitahtına giderler, o padişahın mahalli garâip olan has sarayına girerler. Biri padişahı bilmez, o yerde gâsıbâne, sârıkâne tavattun etmek ister. Fakat, o bahçe, o sarayın iktizâ ettikleri idare ve tedbîr ve vâridât ve makinelerini işlettirmek ve garip hayvanâtın erzakını vermek gibi zahmetli külfetleri görür, mütemâdiyen ızdırap çeker. O cennet gibi bahçe, başına bir cehennem gibi oluyor. Her şeye acıyor. İdare edemiyor. Teessüfle vaktini geçirir. Sonra da, o hırsız edepsiz adam, te'dib sûretiyle hapse atılır.

İkinci adam padişahı tanır; padişaha kendini misafir bilir. Bütün o bahçede, o sarayda olan işler, bir nizâm-ı kanunla cereyan ettiğini, Her şey bir programla, kemâl-i suhûletle işlediğini itikat eder. Zahmet ve külfetleri, padişahın kanununa bırakıp, kemâl-i safâ ile o cennet-misâl bahçenin bütün lezzetlerinden istifade edip, padişahın merhametine ve idare kanunlarının güzelliğine istinâden her şeyi hoş görür, kemâl-i lezzet ve saadetle hayatını geçirir. İşte sırrını anla.

 


Kim kadere İmân ederse kederden emîn olur.

Dördüncü Mebhas

Eğer desen: "Birinci Mebhasta ispat ettin ki, kaderin her şeyi güzeldir, hayırdır. Ondan gelen şer de hayırdır, çirkinlik de güzeldir. Halbuki, şu dâr-ı dünyadaki musîbetler, beliyyeler, o hükmü cerh ediyor."

Elcevap: Ey şiddet-i şefkatten şedid bir elemi hisseden nefsim ve arkadaşım! Vücud hayr-ı mahz, adem şerr-i mahz olduğuna, bütün mehâsin ve kemâlâtın vücuda rücûu ve bütün maâsi ve mesâib ve nekâisin esâsı adem olduğu delildir.

Mâdem adem şerr-i mahzdır; ademe müncer olan veya ademi işmâm eden hâlât dahi şerri tazammun eder. Onun için, vücudun en parlak nuru olan hayat, ahvâl-i muhtelife içinde yuvarlanıp kuvvet buluyor, mütebâyin vaziyetlere girip tasaffî ediyor ve müteaddit keyfiyâtı alıp matlûb semerâtı veriyor ve müteaddit tavırlara girip Vâhib-i Hayatın nukuş-u esmâsını güzelce gösterir. İşte şu hakikattendir ki, zîhayatlara âlâm ve mesâib ve meşakkat ve beliyyât sûretinde, bâzı hâlât ârız olur ki; o hâlât ile hayatlarına envar-ı vücud teceddüd edip zulümât-ı adem tebâud ederek hayatları tasaffî ediyor. Zîrâ, tevakkuf, sükûnet, sükût, atâlet, istirahat, yeknesaklık, keyfiyâtta ve ahvâlde birer ademdir. Hattâ en büyük bir lezzet, yeknesaklık içinde hiçe iner.

Elhâsıl: Mâdem hayat Esmâ-i Hüsnânın nukuşunu gösterir; hayatın başına gelen Her şey hasendir. Meselâ, gayet zengin, nihayet derecede sanatkâr ve çok sanatlarda mâhir bir zât, âsâr-ı sanatını, hem kıymettar servetini göstermek için, âdi bir miskin adamı, modellik vazifesini gördürmek için, bir ücrete mukabil, bir saatte murassâ, musannâ, yaptığı gömleği giydirir, onun üstünde işler ve vaziyetler verir, tebdil eder; hem, her nevi sanatını göstermek için keser, değiştirir, uzatır, kısaltır. Acaba şu ücretli miskin adam, o zâta dese, "Bana zahmet veriyorsun, eğilip kalkmakla vaziyet veriyorsun, beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun"demeye hak kazanabilir mi? "Merhametsizlik, insafsızlık ettin"diyebilir mi?

İşte, onun gibi, Sâni-i Zülcelâl, Fâtır-ı Bîmisâl, zîhayata göz, kulak, akıl, kalp gibi havâs ve letâif ile murassâ olarak giydirdiği vücud gömleğini Esmâ-i Hüsnânın nakışlarını göstermek için çok hâlât içinde çevirir, çok vaziyetlerde değiştirir. Elemler, musîbetler nevinde olan keyfiyât, bâzı esmâsının ahkâmını göstermek için lemeât-ı hikmet içinde bâzı şuâât-ı rahmet ve o şuâât-ı rahmet içinde latîf güzellikler vardır.

   
Senden Önce 15 ziyaretçi (94 klik) Kişi Buradaydi.
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol