İslam Ansiklopedisi - Namaz ve Biz - sozler29
   
Menü
  Ana Sayfa
  İletişim
  Yorum Ve Görüşleriniz
  Burdayiz
  Bize Destek Olun
  DOSTLARIMIZ
  Anket
  Ahir Zaman
  Al-i İmran Suresi
  Allah'tan Korkmak
  Allah'ın 99 İsmi
  A'raf Suresi
  Ashab-i Kehf
  Bakara Suresi
  BAS ÖRTÜSÜ
  Bediuzzaman Said Nursi
  Berat Kandili
  Büyük Günahlar
  Cennet Ve Cehennem
  Cinler
  Dinimiz
  Din Eğitiminde İnsanın Merkezileşmesi
  Din Ve İnsan
  El Zinasi
  Esmâül Hüsnâ
  Evreni Allah Yarattı
  Evrenin Ölümünün Ardından
  Esmaül Hüsnanin Önemi
  Esma-i Hüsnâ'dan Esintiler
  Esnaül Hüsna Faziletleri - Faydalari
  Esmaül Hüsna (Geniş Anlamlı)
  Esmaül Hüsna Zikirleri
  Filistine Destek İHH
  Filistine Destek K.Y.M
  Kiyamete Dogru
  Günün Konusu
  Site Haritasi
  Soru Cevap
  Şiirler
  Risale-i Nur
  Resim Galerisi
  İlahi Oku
  Peygamberlerimiz
  Gusül Ve Abdest
  Islamda Kadın ve Erkek
  Mezhebler
  Mucizeler
  ViDEOLAR
  SiiR
  Namaz Hakkında
  Namazın Edebi
  Namaz Vakitleri
  Namaz ve Sağlık
  Namazlar ve Niyet
  54 FARZ
  Zina Ve Çeşitleri
  Zinanin Kötülüğü
  Zina Ve Dünyevi Azabi
  Zinanin Uhrevi Azabi
  Göz Zinasi
  Göz Zinasi 2
  Gıybet
  Zulüm
  Kibir
  Kızmak
  Şehvet
  Haram ve Şüpheli Yemek
  Kur'an Ve Önemi
  Yunus Suresi
  Fil Suresi
  Kureyş Suresi
  Kuranin Önemi
  Kur'anin İnişi
  İnsan
  İbadetin Önemi
  Nefis
  Ölüm
  Oruç Ve Çeşitleri
  Oruçlarda Niyetin Vakti
  Orucu Bozan Şeyler
  Farz Oruçlar
  Oruç Çeşitleri
  Mübarek Aylar,Günler ve Geceler
  Kadir Gecesi
  Recep Ayı
  Regaib Gecesi
  Miraç Kandili
  Şaban Ayı
  Ramazan Ayı
  Şevval Ayı
  Kurban ve Kurban Bayrami
  Muharrem Ayı ve Aşure Günü
  Kutlu Doğum ve Mevlid Kandili
  Kıyamet
  Kıyamet Günü 1
  Kıyamet Günü 2
  Kıyamet Günü 3
  Hz. Mehdi
  İlahiler
  Karışık İlahi
 
  Esmaül Hüsna Esintisi Dergisi
  Ilk Müslümanlar
  Islam Tarihimiz
  Resimli Namaz Anlatimi
  Islam Alimleri
  Kabe
  Nasihatlar
  HlCRET
  Kuran Ögreniyorum
  DuaIar
  Ahlak Bilgileri
  Besmele Kampanyasi
  Tevhidisohbet
  Sahabaler
  Hadisler
  Osmanli Padisahlari
  Türkiye il ve ilçeler
  İl İl Namaz Vakitleri
  il il imsakiye - İftar Vakitleri
  Güzel Sözler
  Dursun Ali Erzincanlı
  Şifali Bitkiler
  ilmihal
  Unutulan Sünnetler
  İslami Resimler
  Salavat
  Bilim
  Ramazana Özel
  Kuran-ı Kerim Türkçe Meali
 
  Bediüzzaman Said Nursi Hayati
  Sözler
  Mektubat
  Lemalar
  Şualar
  Hür Adam Bediuzzaman Said Nursi - Fragman
 
  Atatürk
  Ödevler
 
  Teknoloji
 
  Google
  Faydalı Siteler
 
  Facebook
  Reklam

 



"O, yaratan, var eden, şekil veren Allah'tır. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanlar O'nun şanını yüceltmektedirler. O, galiptir, hikmet sahibidir.(Haşr-24)"

 
ALLAH
(Uluhiyete mahsus sıfatların hepsini kendinde toplayan İsm-i Azam)

RAHMÂN
(Bütün yaratılmışlar hakkında hayır ve merhameti tercih eden)

RAHÎM
(Çok merhamet eden, nimet veren)

MELİK
(Bütün kainatın tek sahibi ve mutlak hükümdarı)

KUDDÛS
(Hatadan, gafletten ve her eksiklikten münezzeh)

SELÂM
(Esenlik veren, kullarını selamete çıkaran)

MÜ'MİN
(Gönüllere iman ışığını veren, vaadine güvenilen)

MÜHEYMİN
(Kainatın bütün işlerini gözetip yöneten)

AZÎZ
(Yenilmeyen yegane galip)

CEBBÂR
(İradesini her durumda yürüten, dilediğini zorla yaptırmaya muktedir olan)

MÜTEKEBBİR
(Her şeyde büyüklüğünü gösteren)

HÂLIK
(Büyün mevcudatı takdirine uygun şekilde yaratan)

BÂRİ'
(Bir model olmaksızın canlıları yaratan)

MUSAVVİR
(Her şeye şekil ve özellik veren)

GAFFÂR
(Daima affeden, tekrarlanan günahları bağışlayan)

KAHHÂR
(Her şeye her istediğini yapacak şekilde galip ve hakim)

VEHHÂB
(Karşılık beklemeden bol bol veren)

REZZÂK
(Bedenlerin ve ruhların gıdasını yaratıp veren)

FETTÂH
(Zorlukları kolaylaştıran ve iyilik kapılarını açan)

ALÎM
(Herşeyi çok iyi bilen)

KÂBID
(Rızkı tutan, canlıların ruhunu alan)

BÂSIT
(Rızkı genişleten, ruhları bedenlerine yayan)

HÂFID
(Alçaltan, zillete düşüren)

RÂFİ'
(Yukarı kaldıran, yükselten)

MUİZ
(Yücelten, izzet ve şeref veren)

MÜZİL
(Alçaltan, zillet veren)

SEMİ'
(Her şeyi işiten)

BASÎR
(Her şeyi gören)

HAKEM
(Son hükmü veren)

ADL
(Mutlak adalet sahibi, çok adaletli)

LATÎF
(Yaratılmışların ihtiyacını en ince noktasına kadar bilip, sezilmez yollarla karşılayan)

HABÎR
(Her şeyin iç yüzünden haberdar olan)

HALÎM
(Acele ile ve kızgınlıkla muamele etmeyen)

AZÎM
(Zatının ve sıfatlarının mahiyeti anlaşılamayacak kadar ulu)

GAFÛR
(Bütün günahları bağışlayan)

ŞEKÛR
(Az iyiliğe çok mükafat veren)

ALÎ
(İzzet, şeref ve hükümranlik bakımından en yüce, aşkın)

KEBÎR
(Zatının ve sıfatlarının mahiyeti anlaşılamayacak kadar ulu)

HAFÎZ
(Koruyup gözeten ve dengede tutan)

MUKÎT
(Bedenlerin ve ruhların gıdasını yaratip veren, bilip gücü yeten ve koruyan)

HASÎB
(Kullarının her yaptığını bilen, onları hesaba çeken)

CELÎL
(Azamet sahibi)

KERÎM
(Lütuf ve keremi çok bol ve çok geniş)

RAKÎB
(Büyün varlığı gözetleyip, kontrol eden)

MÜCÎB
(Dualara karşılık veren)

VÂSİ'
(İlmi ve merhameti herşeyi kuşatan)

HAKÎM
(Bütün emirleri ve işleri hikmetli olan)

VEDÛD
(Kullarını çok seven, sevilmeye gerçekten layık olan)

MECÎD

Türkiye'nin En Büyük
İslam Ansiklopedisi
Olma Yolunda Hızla Gelişen Bir Sitedir.
İslam Ansiklopedisi 2008 - 2021 ©
Yirmi Dokuzuncu Söz


 

Bekâ-i ruh ve melâike ve haşre Dâirdir


 



 

[Şu makam, iki maksad-ı esas ile bir mukaddimeden ibarettir.]


 

Mukaddime


 

Melâike ve ruhâniyâtın vücudu, insan ve hayvanların vücudu kadar katîdir denilebilir.

Evet, On Beşinci Sözün Birinci Basamağında beyân edildiği gibi, hakikat katiyen iktizâ eder ve hikmet yakînen ister ki, zemin gibi, semâvâtın dahi sekeneleri bulunsun ve zîşuur sekeneleri olsun; ve o sekeneler, o semâvâta münâsip bulunsun. Şeriatın lisânında, pek çok muhtelifü'l-cins olan o sekenelere melâike ve ruhâniyât tesmiye edilir. Evet, hakikat böyle iktizâ eder. Zîrâ, şu zeminimiz, semâya nispeten küçüklüğü ve hakaretiyle beraber, zîşuur mahlûklarla doldurulması; ara sıra boşaltıp yeniden yeni zîşuurlarla şenlendirilmesi işaret eder, belki tasrih eder ki, şu muhteşem burçlar sahibi olan müzeyyen kasırlar misâli olan semâvât dahi, nur-u vücudun nuru olan zîhayat ve zîhayatın ziyâsı olan zîşuur ve zevi'l-idrâk mahlûklarla elbette doludur. O mahlûklar dahi, ins ve cin gibi, şu saray-ı âlemin seyircileri ve şu kâinat kitâbının mütâlâacıları ve şu saltanat-ı Rubûbiyetin dellâllarıdırlar. Küllî ve umumi ubûdiyetleri ile kâinatın büyük ve küllî mevcudâtın tesbihâtlarını temsil ediyorlar.


 


 

Allah'ın rahmetinden kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım. Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.

Melekler ve Cebrâil o gecede Rablerinin izniyle yeryüzüne inerler. (Kadir Sûresi: 4.)

De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. (İsrâ Sûresi: 85.) 

Evet, şu kâinatın keyfiyâtı, onların vücutlarını gösteriyor. Çünkü kâinatı hadd ü hesâba gelmeyen dakîk sanatlı tezyinât ve o mânidar mehâsin ile ve hikmettar nukuş ile süslendirip tezyin etmesi; bilbedâhe ona göre mütefekkir istihsan edicilerin ve mütehayyir takdir edicilerin enzârını ister; vücutlarını talep eder. Evet, nasıl ki hüsün elbette bir âşık ister, taam ise aç olana verilir; öyle ise, şu nihayetsiz hüsn-ü sanat içinde gıdâ-i ervâh ve kût-u kulûb, elbette melâike ve ruhânîlere bakar, gösterir.

Mâdem bu nihayetsiz tezyinât, nihayetsiz bir vazife-i tefekkür ve ubûdiyet ister; halbuki, ins ve cin şu nihayetsiz vazifeye, şu hikmetli nezârete, şu vüsatli ubûdiyete karşı milyondan ancak birisini yapabilir; demek, bu nihayetsiz ve çok mütenevvi' olan şu vezâif ve ibâdete, nihayetsiz melâike envaları, ruhâniyât ecnâsları lâzımdır ki, şu mescid-i kebîr-i âlemi saflarıyla doldurup şenlendirsin.

Evet, şu kâinatın her bir cihetinde, her bir dairesinde, ruhâniyât ve melâikelerden birer tâife birer vazife-i ubûdiyetle muvazzaf olarak bulunurlar. Bâzı rivâyât-ı ehâdisiyenin işârâtıyla ve şu intizam-ı âlemin hikmetiyle denilebilir ki, bir kısım ecsâm-ı câmide-i seyyâre, yıldızlar seyyârâtından tut tâ yağmur katarâtına kadar, bir kısım melâikenin sefine ve merâkibidirler. O melâikeler, bu seyyârelere izn-i İlâhî ile binerler, âlem-i şehâdeti seyredip gezerler ve o merkeplerinin tesbihâtını temsil ederler.

Hem denilebilir: Bir kısım hayattar ecsâm, bir hadîs-i şerifte, "Ehl-i Cennet ruhları berzah âleminde yeşil kuşların cevflerine girerler ve Cennette gezerler" * diye işaret ettiği "tuyûrun hudrun" tesmiye edilen Cennet kuşlarından tut, tâ sineklere kadar bir cins, ervâhın tayyâreleridir. Onlar, bunların içine emr-i Hakla girerler; âlem-i cismâniyâtı seyredip, o hayattar cesetlerdeki göz, kulak gibi duyguları ile âlem-i cismânîdeki mucizât-ı fıtratı temâşâ ediyorlar, tesbihât-ı mahsusalarını edâ ediyorlar. İşte, nasıl hakikat böyle iktizâ ediyor; hikmet dahi aynen öyle iktizâ eyliyor. Çünkü, şu kesâfetli ve ruha münâsebeti az olan topraktan ve şu kudûretli ve nur-u hayata münâsebeti pek cüzî olan sudan mütemâdiyen hummalı bir faaliyetle letâfetli hayatı ve nurâniyetli zevi'l-idrâki halk eden Fâtır-ı Hakîm, elbette, ruha çok lâyık ve hayata çok münâsip, şu nur denizinden ve hattâ şu zulmet bahrinden, şu havadan, şu elektrik gibi sâir madde-i latîfeden bir kısım zîşuur mahlûkları vardır; hem, pek çok kesretli olarak vardır.


 


 

Müslim, 3:1502, İmâre: 121; Müsned: 1: 238, 266, 6:386; Ebû Dâvud, Cihad: 25; Tirmizî, Tefsirü Sûret-i Al-i İmrân: 19, Fedâilü'l-Cihâd: 13; İbn-i Mâce, Cenâiz: 4; Dârimî, Cihad: 18.

Birinci Maksad

 

Melâikenin tasdiki, imânın bir rüknüdür. Şu Maksadda dört nükte-i esâsiye vardır.

Birinci Esas

Vücudun kemâli hayat iledir; belki, vücudun hakiki vücudu hayat iledir. Hayat, vücudun nurudur; şuur, hayatın ziyâsıdır. Hayat, her şeyin başıdır ve esâsıdır. Hayat, her şeyi her bir zîhayat olan şeye mâl eder; bir şeyi bütün eşyayâ mâlik hükmüne geçirir. Hayat ile bir şey-i zîhayat diyebilir ki, "Şu bütün eşya malımdır, dünya hânemdir, kâinat Mâlikim tarafından verilmiş bir mülkümdür." Nasıl ki ziyâ ecsâmın görülmesine sebeptir ve renklerin-bir kavle göre-sebeb-i vücududur; öyle de, hayat dahi mevcudâtın keşşâfıdır, keyfiyâtın tahakkukuna sebeptir, hem cüzî bir cüzîyi küll ve küllî hükmüne getirir ve küllî şeyleri bir cüze sığıştırmaya sebeptir ve hadsiz eşyayı iştirak ve ittihad ettirip bir vahdete medâr, bir ruha mazhar yapmak gibi, kemâlât-ı vücudun umumuna sebeptir. Hattâ, hayat, kesret tabakâtında bir çeşit tecellî-i Vahdettir ve kesrette Ehadiyetin bir aynasıdır.

Bak, hayatsız bir cisim, büyük bir dağ dahi olsa, yetimdir, gariptir, yalnızdır. Münâsebeti yalnız oturduğu mekân ile ve ona karışan şeyler ile vardır; başka, kâinatta ne varsa, o dağa nispeten mâdumdur. Çünkü, ne hayatı var ki, hayat ile alâkadar olsun; ne şuuru var ki, taallûk etsin. Şimdi, bak küçücük bir cisme, meselâ balarısına. Hayat, ona girdiği anda, bütün kâinatla öyle münâsebet tesis eder ki, bütün kâinatla, hususan zeminin çiçekleriyle ve nebâtâtları ile öyle bir ticaret akd eder ki; diyebilir, "Şu arz benim bahçemdir, ticârethânemdir." İşte, zîhayattaki meşhur havâss-ı zâhire ve bâtına duygularından başka, gayr-i meş'ur sâika ve şâika hisleriyle beraber, o arı, dünyanın ekser envaıyla ihtisas ve ünsiyet ve mübâdele ve tasarrufa sahip olur.

İşte, en küçük zîhayatta, hayat böyle tesirini gösterse, elbette hayat, tabaka-i insaniye olan en yüksek mertebeye çıktıkça öyle bir inbisat ve inkişaf ve tenevvür eder ki, hayatın ziyâsı olan şuur ile, akıl ile bir insan kendi hânesindeki odalarda gezdiği gibi, o zîhayat kendi aklı ile avâlim-i ulviyede ve ruhiyede ve cismâniyede gezer. Yani, o zîşuur ve zîhayat, mânen o âlemlere misafir gittiği gibi, o âlemler dahi o zîşuurun mir'at-ı ruhuna misafir olup, irtisâm ve temessül ile geliyorlar.

Hayat, Zât-ı Zülcelâlin en parlak bir bürhan-ı vahdeti ve en büyük bir mâden-i nimeti ve en latîf bir tecellî-i merhameti ve en hafî ve bilinmez bir nakş-ı nezîh-i sanatıdır.

Evet, hafî ve dakîktir. Çünkü, enva-ı hayatın en ednâsı olan hayat-ı nebat ve o hayat-ı nebâtın en birinci derecesi olan çekirdekteki ukde-i hayatiyenin tenebbühü, yani uyanıp açılarak neşv ü nemâ bulması, o derece zâhir ve kesrette ve mebzûliyette, ülfet içinde, zaman-ı Âdem'den beri hikmet-i beşeriyenin nazarında gizli kalmıştır; hakikati, hakiki olarak beşerin aklı ile keşfedilmemiş.

Hem hayat o kadar nezîh ve temizdir ki, iki vechi, yani mülk ve melekûtiyet vecihleri temizdir, pâktır, şeffaftır. Dest-i kudret, esbâbın perdesini vaz' etmeyerek, doğrudan doğruya mübâşeret ediyor. Fakat, sâir şeylerdeki umûr-u hasîseye ve kudretin izzetine uygun gelmeyen nâpâk keyfiyât-ı zâhiriyeye menşe' olmak için, esbâb-ı zâhiriyeyi perde etmiştir.

Elhâsıl: Denilebilir ki, hayat olmazsa, vücud vücud değildir, ademden farkı olmaz. Hayat, ruhun ziyâsıdır; şuur, hayatın nurudur. Mâdem ki hayat ve şuur bu kadar ehemmiyetlidirler; ve mâdem şu âlemde bilmüşâhede bir intizam-ı kâmil-i ekmel vardır; ve şu kâinatta bir itkân-ı muhkem, bir insicâm-ı ahkem görünüyor; mâdem şu bîçare perişan küremiz, sergerdan zeminimiz bu kadar hadd ü hesâba gelmez zevi'l-hayat ile zevi'l-ervâh ve zevi'l-idrâk ile dolmuştur; elbette sâdık bir hadis ile ve katî bir yakîn ile hükmolunur ki, şu kusûr-u semâviye ve şu bürûc-u sâmiyenin dahi kendilerine münâsip zîhayat, zîşuur sekeneleri vardır. Balık suda yaşadığı gibi, güneşin ateşinde dahi o nurânî sekeneler bulunur. Nâr, nuru yakmaz. Belki ateş ışığa meded verir.

Mâdem kudret-i ezeliye bilmüşâhede en âdi maddelerden, en kesif unsurlardan hadsiz zîhayat ve zîrûhu halk eder ve gayet ehemmiyetle madde-i kesîfeyi hayat vâsıtasıyla madde-i latîfeye çevirir ve nur-u hayatı her şeyde kesretle serpiyor ve şuur ziyâsıyla ekser şeyleri yaldızlıyor; elbette o Kadîr-i Hakîm, bu kusursuz kudretiyle, bu noksansız hikmetiyle, nur gibi, esîr gibi ruha yakın ve münâsip olan sâir seyyâlât-ı latîfe maddeleri ihmâl edip hayatsız bırakmaz, câmid bırakmaz, şuursuz bırakmaz. Belki, madde-i nurdan, hattâ zulmetten, hattâ esîr maddesinden, hattâ mânâlardan, hattâ havadan, hattâ kelimelerden zîhayat, zîşuuru kesretle halk eder ki, hayvanâtın pek çok muhtelif ecnâsları gibi pek çok muhtelif ruhânî mahlûkları, o seyyâlât-ı latîfe maddelerinden halk eder. Onların bir kısmı melâike, bir kısmı da ruhânî ve cin ecnâslarıdır.

Melâikelerin ve ruhânîlerin kesretle vücutlarını kabul etmek ne derece hakikat ve bedihî ve mâkul olduğunu; ve Kur'ân'ın beyân ettiği gibi onları kabul etmeyen, ne derece hilâf-ı hakikat ve hilâf-ı hikmet bir hurâfe, bir dalâlet, bir hezeyan, bir divânelik olduğunu şu temsile bak, gör:

İki adam, biri bedevî, vahşî; biri medenî, aklı başında olarak, arkadaş olup İstanbul gibi haşmetli bir şehre gidiyorlar. O medenî, muhteşem şehrin uzak bir köşesinde pis, perişan küçük bir hâneye, bir fabrikaya rast geliyorlar. Görüyorlar ki, o hâne, amele, sefil, miskin adamlarla doludur. Acîb bir fabrika içinde çalışıyorlar. O hânenin etrafı da zîruh ve zîhayatlarla doludur. Fakat onların medâr-ı taayyüşü ve hususi şerâit-i hayatiyeleri vardır ki, onların bir kısmı âkilü'n-nebattır, yalnız nebâtât ile yaşıyorlar. Diğer bir kısmı âkilü's-semektir, balıktan başka bir şey yemiyorlar.

O iki adam, bu hali görüyorlar. Sonra bakıyorlar ki, uzakta binler müzeyyen saraylar, âlî kasırlar görünüyor. O sarayların ortalarında geniş tezgâhlar ve vüsatli meydanlar vardır. O iki adam, uzaklık sebebiyle veyahut göz zayıflığı ile veya o sarayın sekenelerinin gizlenmesi sebebiyle; o sarayın sekeneleri, o iki adama görünmüyorlar. Hem, şu perişan hânedeki şerâit-i hayatiye, o saraylarda bulunmuyor.

O vahşî, bedevî, hiç şehir görmemiş adam, bu esbâba binâen görünmediklerinden ve buradaki şerâit-i hayat orada bulunmadığından der: "O saraylar, sekenelerden hâlîdir, boştur; zîruh, içinde yoktur" der, vahşetin en ahmakça bir hezeyânını yapar.

İkinci adam der ki: "Ey bedbaht, şu hakîr, küçük hâneyi görüyorsun ki, zîruh ile, amelelerle doldurulmuş; ve biri var ki, bunları her vakit tazelendiriyor, istihdam ediyor. Bak, bu hâne etrafında boş bir yer yoktur, zîhayat ve zîruh ile doldurulmuştur. Acaba hiç mümkün müdür ki, şu uzakta bize görünen şu muntazam şehrin, şu hikmetli tezyinâtın, şu sanatlı sarayların onlara münâsip âlî sekeneleri bulunmasın? Elbette, o saraylar, umumen doludur ve onlarda yaşayanlara göre başka şerâit-i hayatiyeleri var. Evet, ot yerine belki börek yerler, balık yerine baklava yiyebilirler. Uzaklık sebebiyle veyahut gözünün kabiliyetsizliği veya onların gizlenmekliği ile sana görünmemeleri, onların olmamalarına hiçbir vakit delil olamaz. Adem-i rüyet, adem-i vücuda delâlet etmez. Görünmemek, olmamaya hüccet olamaz."

İşte, şu temsil gibi, ecrâm-ı ulviye ve ecsâm-ı seyyâre içinde küre-i arzın hakâret ve kesâfetiyle beraber bu kadar hadsiz zîruhların, zîşuurların vatanı olması ve en hasis ve en müteaffin cüzleri dahi, birer menba-ı hayat kesilmesi, birer mahşer-i huveynât olması, bizzarûre ve bilbedâhe ve bittarîkı'l-evlâ ve bilhadsi's-sâdık ve bilyakîni'l-katî delâlet eder, şehâdet eyler, ilân eder ki; şu nihayetsiz fezâ-i âlem ve şu muhteşem semâvât, burçlarıyla, yıldızlarıyla, zîşuur, zîhayat, zîruhlarla doludur. Nârdan, nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, savttan, râyihadan kelimâttan, esîrden ve hattâ elektrikten ve sâir seyyâlât-ı latîfeden halk olunan o zîhayat ve o zîruhlara ve o zîşuurlara Şeriat-ı Garrâ-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân, "melâike ve cân ve ruhâniyâttır" der, tesmiye eder.

Melâikenin ise, ecsâmın muhtelif cinsleri gibi, cinsleri muhteliftir. Evet, elbette bir katre yağmura müekkel olan melek, Şemse müekkel meleğin cinsinden değildir. Cin ve ruhâniyât dahi, onların da pek çok ecnâs-ı muhtelifeleri vardır.

Şu Nükte-i Esâsiyenin Hâtimesi

 

Bittecrübe, madde asıl değil ki, vücud ona musahhar kalsın ve tâbi olsun. Belki, madde, bir mânâ ile kâimdir. İşte o mânâ hayattır, ruhtur.

Hem, bilmüşâhede, madde mahdum değil ki, her şey ona ircâ edilsin. Belki hâdimdir, bir hakikatin tekemmülüne hizmet eder. O hakikat hayattır. O hakikatin esâsı da ruhtur.

Bilbedâhe, madde hâkim değil ki, ona mürâcaat edilsin, kemâlât ondan istenilsin. Belki mahkûmdur; bir esâsın hükmüne bakar, onun gösterdiği yollarla hareket eder. İşte o esas hayattır, ruhtur, şuurdur.

Hem, bizzarûre, madde lüb değil, esas değil, müstekar değil ki, işler ve kemâlât ona takılsın, ona binâ edilsin. Belki yarılmaya, erimeye, yırtılmaya müheyyâ bir kışırdır, bir kabuktur ve köpüktür ve bir sûrettir.

Görülmüyor mu ki, gözle görülmeyen hurdebînî bir hayvanın ne kadar keskin duyguları var ki, arkadaşının sesini işitir, rızkını görür, gayet hassas ve keskin hisleri vardır. Şu hal gösteriyor ki, maddenin küçülüp inceleşmesi nispetinde âsâr-ı hayat tezâyüd ediyor, nur-u ruh teşeddüt ediyor. Güyâ madde inceleştikçe, bizim maddiyâtımızdan uzaklaştıkça, ruh âlemine, hayat âlemine, şuur âlemine yaklaşıyor gibi, hararet-i ruh, nur-u hayat daha şiddetli tecellî ediyor.

İşte, hiç mümkün müdür ki, bu madde perdesinde bu kadar hayat ve şuur ve ruhun tereşşuhâtı bulunsun; o perde altında olan âlem-i bâtın, zîruh ve zîşuurlarla dolu olmasın? Hiç mümkün müdür ki, şu maddiyât ve âlem-i şehâdetteki mânânın ve ruhun ve hayatın ve hakikatin şu hadsiz tereşşuhâtı ve lemeât ve semerâtının menâbii, yalnız maddeye ve maddenin hareketine ircâ edilip izah edilsin? Hâşâ ve kat'â ve aslâ! Bu hadsiz tereşşuhât ve lemeât gösteriyor ki, şu âlem-i maddiyât ve şehâdet ise, âlem-i melekût ve ervâh üstünde serpilmiş tenteneli bir perdedir.

İkinci Esas

Melâikenin vücuduna ve ruhânîlerin sübutuna ve hakikatlerinin vücuduna bir icmâ-ı mânevî ile-tâbirde ihtilâflarıyla beraber-bütün ehl-i akıl ve ehl-i nakil, bilerek, bilmeyerek ittifak etmişler denilebilir. Hattâ, maddiyâtta çok ileri giden hükemâ-i İşrâkiyyunun Meşâiyyun kısmı, melâikenin mânâsını inkâr etmeyerek, "Her bir nevin bir mahiyet-i mücerrede-i ruhâniyeleri vardır" derler. Melâikeyi öyle tâbir ediyorlar. Eski hükemânın işrâkiyyun kısmı dahi melâikenin mânâsında kabule muztar kalarak, yalnız yanlış olarak "ukûl-ü aşere" ve "erbâbü'l-enva" diye isim vermişler. Bütün ehl-i edyân, "melekü'l-cibâl, melekü'l-bihar, melekü'l-emtâr" gibi, her neve göre birer melek-i müekkel, vahyin ilhamı ve irşâdıyla, bulunduğunu kabul ederek, o nâmlarla tesmiye ediyorlar. Hattâ, akılları gözlerine inmiş ve insaniyetten cemâdât derecesine mânen sukut etmiş olan maddiyyun ve tabiiyyun dahi, melâikenin mânâsını inkâr edemeyerek, Haşiye "kuvâ-i sâriye" nâmiyle bir cihette kabule mecbur olmuşlar.

 


 

Haşiye: Melâike mânâsını ve ruhâniyâtın hakikatini inkâra mecâl bulamamışlar, belki fıtratın nâmuslarından "kuvâ-i sâriye" diye, "cereyan eden kuvvetler" nâmını vererek, yanlış bir sûrette tasvir ile bir cihetten tasdikine mecbur kalmışlar. Ey kendini akıllı zanneden!..

Ey melâike ve ruhâniyâtın kabulünde tereddüt gösteren bîçare adam! Neye istinad ediyorsun, hangi hakikate güveniyorsun ki, bütün ehl-i akıl bilerek, bilmeyerek melâikenin mânâsının sübutuna ve tahakkukuna ve ruhânîlerin tahakkukları hakkında ittifaklarına karşı geliyorsun, kabul etmiyorsun? Mâdem ki Birinci Esasta ispat edildiği gibi, hayat mevcudâtın keşşâfıdır, belki neticesidir, zübdesidir; bütün ehl-i akıl, mânâ-i melâikenin kabulünde mânen müttefiktirler; ve şu zeminimiz, bu kadar zîhayat ve zîruhlarla şenlendirilmiştir; şu halde, hiç mümkün olur mu ki, şu fezâ-i vesîa sekenelerden, şu semâvât-ı latîfe mutavattinînden hâlî kalsın?

Hiç hatırına gelmesin ki, şu hilkatte câri olan nâmuslar, kanunlar, kâinatın hayattar olmasına kâfi gelir. Çünkü, o cereyan eden nâmuslar, şu hükmeden kanunlar, itibârî emirlerdir, vehmî düsturlardır; ademî sayılır. Onları temsil edecek, onları gösterecek, onların dizginlerini ellerinde tutacak melâike denilen ibâdullah olmazsa, o nâmuslara, o kanunlara bir vücud taayyün edemez, bir hüviyet teşahhus edemez, bir hakikat-i hariciye olamaz. Halbuki, "Hayat, bir hakikat-i hariciyedir; vehmî bir emir, hakikat-i hariciyeyi yüklenemez."

Elhâsıl: Mâdem ehl-i hikmetle ehl-i din ve ashâb-ı akıl ve nakil mânen ittifak etmişler ki, mevcudât şu âlem-i şehâdete münhasır değildir; hem, mâdem zâhir olan âlem-i şehâdet câmid ve teşekkül-ü ervâha nâmuvâfık olduğu halde, bu kadar zîruhlarla tezyin edilmiş; elbette, vücud ona münhasır değildir. Belki, daha çok tabakât-ı vücud vardır ki, âlem-i şehâdet onlara nispeten münakkaş bir perdedir.

Hem mâdem, denizin balığa nispeti gibi, ervâha muvâfık olan âlem-i gayb ve âlem-i mânâ, ervâhlar ile dolu olmak iktizâ eder; hem, mâdem bütün emirler, mânâ-i melâikenin vücuduna şehâdet ederler; elbette, bilâşek velâ şüphe, melâike vücudlarının ve ruhânî hakikatlerinin en güzel sûreti ve ukûl-ü selîme kabul edecek ve istihsan edecek en mâkul keyfiyeti odur ki, Kur'ân şerh ve beyân etmiştir. O Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân der ki: "Melâike, ibâd-ı mükerremdir. Emre muhâlefet etmezler, ne emrolunsa onu yaparlar. Melâike, ecsâm-ı latîfe-i nurâniyedirler, muhtelif nevilere münkasımdırlar."

Evet, nasıl ki beşer bir ümmettir, "Kelâm" sıfatından gelen şeriat-ı İlâhiyenin hameleleri, mümessilleri, mütemessilleridir; öyle de, melâike dahi muazzam bir ümmettir ki, onların amele kısmı "İrâde" sıfatından gelen şeriat-ı tekviniyenin hamelesi, mümessili ve mütemessilleridirler. Müessir-i hakiki olan Kudret-i Fâtıranın ve İrâde-i Ezeliyenin emirlerine tâbi bir nevi ibâdullahtırlar ki, ecrâm-ı ulviyenin her biri onların birer mescidi, birer mâbedi hükmündedirler.

Üçüncü Esas

Mesele-i melâike ve ruhâniyât, o mesâildendir ki, tek bir cüzün vücudu ile, bir küllün tahakkuku bilinir. Bir tek şahsın rüyeti ile umum nevin vücudu mâlûm olur. Çünkü, kim inkâr ederse, külliyen inkâr eder. Birtekini kabul eden, o nevin umumunu kabul etmeye mecburdur.

Mâdem öyledir; işte bak:

Görmüyor musun ve işitmiyor musun ki, bütün ehl-i edyân, bütün asırlarda, zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar melâikenin vücuduna ve ruhânîlerin tahakkukuna ittifak etmişler ve insanın tâifeleri, birbirinden bahsi ve muhâveresi ve rivâyeti gibi, melâikelerle muhâvere edilmesine ve onların müşâhedesine ve onlardan rivâyet etmesine icmâ etmişlerdir. Acaba, hiçbir ferd melâikelerden, bilbedâhe görünmezse, hem bilmüşâhede bir şahsın veya müteaddit eşhâsın vücudu katî bilinmezse, hem onların bilbedâhe, bilmüşâhede vücutları hissedilmezse, hiç mümkün müdür ki, böyle bir icmâ ve ittifak devam etsin; ve böyle müspet ve vücudî bir emirde ve şuhuda istinad eden bir halde müstemirren ve tevâtüren, o ittifak devam etsin? Hem hiç mümkün müdür ki, şu itikad-ı umuminin menşei, mebâdi-i zarûriye ve bedihî emirler olmasın? Hem hiç mümkün müdür ki, hakikatsiz bir vehim, bütün inkılâbât-ı beşeriyede bütün akâid-i insaniyede istimrâr etsin, bekâ bulsun? Hem hiç mümkün müdür ki, şu ehl-i edyânın bu icmâ-ı azîmin senedi, bir hads-i katî olmasın, bir yakîn-i şuhudî olmasın? Hem hiç mümkün müdür ki, o hads-i katî, o yakîn-i şuhudî, hadsiz emârelerden ve o emâreler hadsiz müşâhedât vâkıalarından ve o müşâhedât vâkıaları şeksiz ve şüphesiz mebâdi-i zarûriyeye istinad etmesin? Öyle ise, şu ehl-i edyândaki bu itikadât-ı umumiyenin sebebi ve senedi, tevâtür-ü mânevî kuvvetini ifade eden pek çok kerrât ile melâike müşâhedelerinden ve ruhânîlerin rü'yetlerinden hâsıl olan mebâdi-i zarûriyedir, esâsât-ı katiyedir.

Hem hiç mümkün müdür, hiç mâkul müdür, hiç kâbil midir ki, hayat-ı içtimâiye-i beşeriye semâsının güneşleri, yıldızları, ayları hükmünde olan enbiyâ ve evliyâ tevâtür sûretiyle ve icmâ-ı mânevî kuvveti ile ihbar ettikleri ve şehâdet ettikleri melâike ve ruhâniyâtın vücutları ve müşâhedeleri, bir şüphe kabul etsin, bir şekke medâr olsun. Bâhusus onlar, şu meselede ehl-i ihtisastırlar. Mâlûmdur ki, iki ehl-i ihtisas, binler başkasına müreccahtırlar. Hem şu meselede ehl-i ispattırlar. Mâlûmdur ki, iki ehl-i ispat, binler ehl-i nefiy ve inkâra müreccahtırlar.

Ve bilhassa kâinat semâsında dâim parlayan ve hiçbir vakit gurûb etmeyen, âlem-i hakikatin şemsü'ş-şümûsu olan Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın ihbarâtı ve risâlet güneşi olan Zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) şehâdâtı ve müşâhedâtı, hiç kâbil midir ki, bir şüphe kabul etsin? Mâdem tek bir ruhâniyâtın vücudu, bir zamanda tahakkuk etse, şu nevin umumen tahakkukunu gösteriyor; ve mâdem şu nevin vücudu tahakkuk ediyor; elbette, onların sûret-i tahakkukunun en ahseni, en mâkulü en makbulü, Şeriatın şerh ettiği gibidir, Kur'ân'ın gösterdiği gibidir, Sahib-i Mi'racın gördüğü gibidir.

Dördüncü Esas

Şu kâinatın mevcudâtına nazar-ı dikkat ile bakılsa görünür ki, cüz'iyât gibi külliyâtın dahi birer şahs-ı mânevîsi vardır ki; birer vazife-i külliyesi görünüyor, onda bir hizmet-i külliye görünüyor. Meselâ, bir çiçek, kendince bir nakş-ı san'atı gösterip, lisân-ı haliyle esmâ-i Fâtırı zikrettiği gibi; küre-i arz bahçesi dahi bir çiçek hükmündedir, gayet muntazam küllî vazife-i tesbîhiyesi vardır. Nasıl ki bir meyve, bir intizam içinde bir ilânâtı, tesbihâtı ifade ediyor; öyle de, koca bir ağacın heyet-i umumiyesiyle gayet muntazam bir vazife-i fıtriyesi ve ubûdiyeti vardır. Nasıl bir ağaç yaprak, meyve ve çiçeklerinin kelimâtı ile bir tesbihâtı var; öyle de, koca semâvât denizi dahi kelimâtı hükmünde olan güneşler, yıldızlar ve ayları ile Fâtır-ı Zülcelâline tesbihât yapar ve Sâni-i Zülcelâline hamd eder ve hâkezâ, mevcudât-ı hariciyenin her biri, sûreten câmid, şuursuz iken, gayet hayatkârâne ve şuurdarâne vazifeleri ve tesbihâtları vardır. Elbette, nasıl melâikeler bunların âlem-i melekûtta mümessilidirler, tesbihâtlarını ifade ederler; bunlar dahi âlem-i mülk ve âlem-i şehâdette o melâikelerin timsâlleri, hâneleri, mescidleri hükmündedirler.

Yirmi Dördüncü Sözün Dördüncü Dalında beyân edildiği gibi, şu saray-ı âlemin Sâni-i Zülcelâli, o saray içinde istihdam ettiği dört kısım amelenin birincisi melâike ve ruhânîlerdir. Mâdem nebâtât ve cemâdât bilmeyerek ve bir bilenin emrinde gayet mühim, ücretsiz hidemâttadırlar. Ve hayvanât, bir ücret-i cüz'iye mukabilinde, bilmeyerek gayet küllî maksadlara hizmet ediyorlar. Ve insan, müeccel ve muaccel iki ücret mukabilinde o Sâni-i Zülcelâlin makâsıdını bilerek tevfîk-ı hareket etmek ve her şeyde nefislerine de bir hisse çıkarmak ve sâir hademelere nezâret etmekle istihdam edilmeleri, bilmüşâhede görünüyor. Elbette dördüncü kısım, belki en birinci kısım olan hizmetkârlar, ameleler bulunacaktır. Hem insana benzer ki, o Sâni-i Zülcelâlin makâsıd-ı külliyesini bilir bir ubûdiyetle tevfîk-ı hareket ederler. Hem insanın hilâfına olarak, hazz-ı nefisten ve cüz'î ücretlerden tecerrüd ederek yalnız Sâni-i Zülcelâlin nazarı ile, emri ile, teveccühü ile, hesâbı ile, nâmı ile ve kurbiyetiyle ihtisas ile ve intisab ile hâsıl ettikleri lezzet ve kemâl ve zevk ve saadeti kâfi görüp, hâlisen, muhlisen çalışıyorlar.

Cinslerine göre kâinattaki mevcudâtın envaına göre vazife-i ibâdetleri tenevvü' ediyor. Bir hükümetin muhtelif dairelerde, muhtelif vazifedarları gibi, saltanat-ı rubûbiyet dairelerinde vezâif-i ubûdiyeti ve tesbihâtı öyle tenevvü' ediyor. Meselâ, Hazret-i Mikâil, yeryüzü tarlasında ekilen masnuât-ı İlâhiyeye, Cenâb-ı Hakkın havliyle, kuvvetiyle, hesâbiyle, emriyle, bir nâzır-ı umumi hükmündedir, tâbir câizse umum çiftçi-misâl melâikelerin reisidir. Hem Fâtır-ı Zülcelâlin izniyle, emriyle, kuvvetiyle, hikmetiyle, umum hayvanâtın mânevî çobanlarının reisi, büyük bir melek-i müekkeli vardır.

İşte, mâdem şu mevcudât-ı hariciyenin herbirisinin üstünde birer melek-i müekkel var olmak lâzım gelir; tâ ki o cismin gösterdiği vezâif-i ubûdiyet ve hidemât-ı tesbîhiyesini âlem-i melekûtta temsil etsin, dergâh-ı Ulûhiyete bilerek takdim etsin. Elbette, Muhbir-i Sâdıkın rivâyet ettiği melâikeler hakkındaki sûretler, gayet münâsiptir ve mâkuldür. Meselâ, ferman etmiş ki, "Bâzı melâikeler bulunur, kırk başı veya kırk bin başı var. Her başta kırk bin ağzı var, herbir ağızda kırk bin dil ile kırk bin tesbihât yapar." Şu hakikat-i hadîsiyenin bir mânâsı var, bir de sûreti var.

Mânâsı şudur ki:

Melâikenin ibâdâtı, hem gayet muntazamdır, mükemmeldir, hem gayet küllîdir, geniştir.

Ve şu hakikatin sûreti ise şudur ki: Bâzı büyük mevcudât-ı cismâniye vardır ki, kırk bin baş, kırk bin tarz ile vezâif-i ubûdiyeti yapar. Meselâ, semâ güneşlerle, yıldızlarla tesbihât yapar. Zemin, tek bir mahlûk iken, yüz bin baş ile, her başta yüz binler ağız ile, her ağızda yüz binler lisân ile vazife-i ubûdiyeti ve tesbihât-ı Rabbâniyeyi yapıyor. İşte, küre-i arza müekkel melek dahi, âlem-i melekûtta şu mânâyı göstermek için öyle görülmek lâzımdır. Hattâ, ben mutavassıt bir bâdem ağacı gördüm ki, kırka yakın, baş hükmünde büyük dalları var. Sonra bir dalına baktım; kırka yakın, dili hükmünde küçük dalları var. Sonra, o küçük dalının bir diline baktım; kırk çiçek açmıştır. O çiçeklere nazar-ı hikmetle dikkat ettim; herbir çiçek içinde kırka yakın incecik, muntazam püskülleri renkleri ve san'atları gördüm ki, her biri Sâni-i Zülcelâlin ayrı ayrı birer cilve-i esmâsını ve birer ismini okutturuyor. İşte hiç mümkün müdür ki, şu bâdem ağacının Sâni-i Zülcelâli ve Hakîm-i Zülcemâli, bu câmid ağaca bu kadar vazifeleri yükletsin; onun mânâsını bilen, ifade eden, kâinata ilân eden, dergâh-ı İlâhiyeye takdim eden, ona münâsip ve ruhu hükmünde bir melek-i müekkeli ona bindirmesin?

Ey arkadaş! Şuraya kadar beyânâtımız, kalbi kabule ihzâr etmek ve nefsi teslime mecbur etmek ve aklı izana getirmek için bir mukaddeme idi. Eğer o mukaddemeyi bir derece fehmettin ise, melâikelerle görüşmek istersen, hazır ol. Hem evhâm-ı seyyieden temizlen. İşte, Kur'ân âlemi kapıları açıktır. İşte, Kur'ân cenneti "müfettehat-ül ebvab" 'dır; -1- gir bak. Melâikeyi o cennet-i Kur'âniye içinde güzel bir sûrette gör. Her bir âyet-i tenzîl, birer menzildir. İşte şu menzillerden bak:

-2-

 


 

1- Kapıları ardına kadar açık

2- Yemin olsun peş peşe gönderilen meleklere. • Ve rüzgâr gibi esip her tarafa yayılanlara. • Ve bulutları yeryüzüne dağıtanlara. • Ve hak ile bâtılı ayıranlara. • peygamberlere vahiy getirenlere. (Mürselât Sûresi: 1-5.)

Yemin olsun kâfirin ruhunu tâ derinliklerinden şiddetle söküp alanlara. • Ve müminin ruhunu kolaylıkla alanlara. • Ve suda yüzercesine gökten inenlere. • Ve Allah'ın emrini yerine getirmek için yarışanlara. • Ve emrolundukları işi tanzim ve tedbîr edenlere. (Nâziât Sûresi: 1-5.)

Melekler ve Cebrâil o gece Rablerinin izniyle yeryüzüne inerler. (Kadir Sûresi: 4.)

Başında ise Allah'ın emrine karşı gelmeyen ve verilen emri yerine getiren haşin ve şiddetli melekler vardır. (Tahrîm Sûresi: 6.) 

Hem dinle: -1- senalarını işit. Eğer cinnîlerle görüşmek istersen, -2- surlu sûreye gir, onları gör, dinle ne diyorlar? Onlardan ibret al. Bak, diyorlar ki: -3-

* * *

 

1- O bundan [evlat edinmekten] münezzehtir. Hayır, onların evlat dedikleri, Allah'ın ikramda bulunduğu kullardır. • Allah emretmedikçe onlar bir söz söylemezler; ancak Onun emriyle hareket ederler. (Enbiyâ Sûresi: 26-27.)

2- De ki: Cinlerden bir topluluğun Kur'ân'ı dinleyerek şöyle dedikleri bana vahyolundu:. (Cin Sûresi: 1.)

3- Biz, doğru yola ileten hârikulâde bir Kur'ân dinledik ve ona İmân ettik. Biz Rabbimize hiç kimseyi ortak koşmayacağız. (Cin Sûresi: 1-2.) 

İkinci Maksad

 

Kıyâmet ve mevt-i dünya ve hayat-ı âhiret hakkındadır.

 

Şu Maksadın Dört Esâsı ve bir Mukaddime-i temsîliyesi vardır.

Mukaddime

 

Nasıl ki, bir saray veya bir şehir hakkında biri dâvâ etse, "Şu saray veya şehir, tahrip edilip yeniden muhkem bir sûrette binâ ve tâmir edilecektir"; elbette, onun dâvâsına karşı altı suâl terettüb eder.

Birincisi: "Niçin tahrip edilecek? Sebep ve muktazî var mıdır?" Eğer, "Evet var" diye ispat etti,

İkincisi, şöyle bir suâl gelir ki: "Bunu tahrip edip, tâmir edecek usta muktedir midir? Yapabilir mi?" Eğer, "Evet, yapabilir" diye ispat etti,

Üçüncüsü, şöyle bir suâl gelir ki: "Tahribi mümkün müdür? Hem sonra, tahrip edilecek midir?"

Eğer, "Evet" diye imkân-ı tahribi, hem vukuunu ispat etse, iki suâl daha ona vârid olur ki: "Acaba şu acîb saray veya şehrin yeniden tâmiri mümkün müdür? Mümkün olsa, acaba tâmir edilecek midir?"

Eğer, "Evet" diye bunları da ispat etse, o vakit bu meselenin hiçbir cihette hiçbir köşesinde bir delik, bir menfez kalmaz ki, şek ve şüphe ve vesvese girebilsin.

İşte şu temsil gibi, dünya sarayının, şu kâinat şehrinin tahrip ve tâmiri için muktazî var; fâil ve ustası muktedir. Tahribi mümkün ve vâki' olacak, tâmiri mümkün ve vâki' olacaktır. İşte şu meseleler Birinci Esastan sonra ispat edilecektir.

Birinci Esas

Ruh, katiyen bâkîdir. Birinci Maksaddaki melâike ve ruhânîlerin vücudlarına delâlet eden hemen bütün deliller, şu meselemiz olan bekâ-i ruha dahi delildirler. Bence mesele o kadar katîdir ki, fazla beyân abes olur. Evet, şu âlem-i berzahta, âlem-i ervâhta bulunan ve âhirete gitmek için bekleyen hadsiz ervâh-ı bâkiye kafileleri ile bizim mâbeynimizdeki mesafe o kadar ince ve kısadır ki, bürhan ile göstermeye lüzum kalmaz. Hadd ü hesâba gelmeyen ehl-i keşfin ve şuhudun onlarla temas etmeleri, hattâ ehl-i keşfe'l-kuburun onları görmeleri, hattâ bir kısım avâmın da onlarla muhâbereleri ve umumun da rüyâ-i sâdıkada onlarla münâsebet peydâ etmeleri, muzaaf tevâtürler sûretinde âdetâ beşerin ulûm-u müteârifesi hükmüne geçmiştir. Fakat şu zamanda maddiyyun fikri herkesi sersem ettiğinden, en bedihî bir şeyde zihinlere vesvese vermiş. İşte şöyle vesveseleri izâle için hads-i kalbînin ve iz'ân-ı aklînin pek çok menbalarından bir Mukaddime ile Dört Menbaına işaret edeceğiz.

Mukaddime: Onuncu Sözün Dördüncü Hakikatinde ispat edildiği gibi, ebedî, sermedî, misilsiz bir cemâl, elbette âyinedar müştâkının ebediyetini ve bekâsını ister. Hem, kusursuz, ebedî bir kemâl-i san'at, mütefekkir dellâlının devamını talep eder. Hem, nihayetsiz bir rahmet ve ihsan, muhtaç müteşekkirlerinin devam-ı tenâumlarını iktizâ eder.

İşte, o âyinedar müştak, o dellâl mütefekkir, o muhtaç müteşekkir, en başta ruh-u insanîdir. Öyle ise, ebedü'l-âbâd yolunda, o cemâl, o kemâl, o rahmete refâkat edecek, bâkî kalacaktır.

Yine Onuncu Sözün Altıncı Hakikatinde ispat edildiği gibi, değil ruh-u beşer, hattâ en basit tabakât-ı mevcudât dahi, fenâ için yaratılmamışlar, bir nevi bekâya mazhardırlar. Hattâ, ruhsuz ehemmiyetsiz bir çiçek dahi vücud-u zâhirîden gitse, bin vecihle bir nevi bekâya mazhardır. Çünkü, sûreti hadsiz hâfızalarda bâkî kalır, kanun-u teşekkülâtı yüzer tohumcuklarında bekâ bulup devam eder. Mâdem bir parçacık ruha benzeyen o çiçeğin kanun-u teşekkülü, timsâl-i sûreti, bir Hafîz-i Hakîm tarafından ibkâ ediliyor, dağdağalı inkılâblar içinde kemâl-i intizam ile zerrecikler gibi tohumlarında muhâfaza ediliyor; bâkî kalır. Elbette, gayet cemiyetli ve gayet yüksek bir mahiyete mâlik ve haricî vücud giydirilmiş ve zîşuur ve zîhayat ve nurânî kanun-u emrî olan ruh-u beşer ne derece katiyetle bekâya mazhar ve ebediyetle merbut ve sermediyetle alâkadar olduğunu anlamazsan, nasıl "Zîşuur bir insanım" diyebilirsin?

Evet, koca bir ağacın bir derece ruha benzeyen programını ve kanun-u teşekkülâtını bir nokta gibi en küçük çekirdekte derc edip muhâfaza eden bir Zât-ı Hakîm-i Zülcelâl, bir Zât-ı Hafîz-i Bîzevâl hakkında, "Vefât edenlerin ruhlarını nasıl muhâfaza eder?" denilir mi?

Birinci Menba: Enfüsîdir. Yani, herkes hayatına ve nefsine dikkat etse, bir ruh-u bâkîyi anlar. Evet, herbir ruh, kaç sene yaşamış ise, o kadar beden değiştirdiği halde, bilbedâhe aynen bâkî kalmıştır. Öyle ise, mâdem, cesed, gelip geçicidir; mevt ile bütün bütün çıplak olmak dahi ruhun bekâsına tesir etmez ve mahiyetini de bozmaz. Yalnız, müddet-i hayatta, tedricî cesed libasını değiştiriyor; mevtte ise birden soyunur. Gayet katî bir hads ile belki müşâhede ile sabittir ki, cesed ruh ile kâimdir.

Öyle ise, ruh onun ile kâim değildir; belki, ruh binefsihî kâim ve hâkim olduğundan, cesed istediği gibi dağılıp toplansın, ruhun istiklâliyetine halel vermez. Belki, cesed ruhun hânesi ve yuvasıdır, libası değil. Belki ruhun libası, bir derece sabit ve letâfetçe ruha münâsip bir gılâf-ı latîfi ve bir beden-i misâlîsi vardır. Öyle ise mevt hengâmında bütün bütün çıplak olmaz, yuvasından çıkar, beden-i misâlîsini giyer.

İkinci Menba: Âfâkîdir. Yani, mükerrer müşâhedât ve müteaddit vâkıat ve kerrât ile münâsebâttan neş'et eden bir nevi hükm-ü tecrübîdir. Evet, tek bir ruhun ba'de'l-memât bekâsı anlaşılsa, şu ruh nevinin külliyetle bekâsını istilzam eder. Zîrâ fenn-i mantıkça katîdir ki, zâtî bir hâssa, Bir tek ferdde görünse, bütün efradda dahi o hâssanın vücuduna hükmedilir. Çünkü, zâtîdir. Zâtî olsa, her ferdde bulunur. Halbuki, değil bir ferd, belki o kadar hadsiz, o kadar hesâba, hasra gelmez müşâhedâta istinad eden âsâr ve bekâ-i ervâha delâlet eden emârât o derece katîdir ki; bize, nasıl Yeni Dünya, yani Amerika var ve orada insanlar bulunur, o insanların vücudlarına hiç vehim hatıra gelmez; öyle de şüphe kabul etmez ki, şimdi âlem-i melekût ve ervâhta, ölmüş, vefât etmiş insanların ervâhı, pek çok kesretle vardır ve bizimle münâsebettardırlar. Mânevî hedâyâmız onlara gidiyor. Onların nurânî feyizleri de bizlere geliyor.

Hem, hads-i katî ile vicdânen hissedilebilir ki, insan öldükten sonra esaslı bir ciheti bâkîdir. O esas ise ruhtur. Ruh ise, tahrip ve inhilâle mâruz değil. Çünkü, basîttir, vahdeti var. Tahrip ve inhilâl ve bozulmak ise, kesret ve terkib edilmiş şeylerin şe'nidir. Sâbıkan beyân ettiğimiz gibi, hayat, kesrette bir tarz-ı vahdeti temin eder, bir nevi bekâya sebebiyet verir. Demek, vahdet ve bekâ, ruhta esastır ki, ondan kesrete sirâyet eder.

Rûhun fenâsı, ya tahrip ve inhilâl iledir. O tahrip ve inhilâl ise, vahdet yol vermez ki girsin, besâtet bırakmaz ki bozsun. Veyahut idâm iledir. İdâm ise, Cevâd-ı Mutlakın hadsiz merhameti müsaade etmez ve nihayetsiz cûdu bırakmaz ki, verdiği nimet-i vücudu, o nimet-i vücuda pek müştak ve lâyık olan ruh-u insanîden geri alsın.

Üçüncü Menba: Ruh; zîhayat, zîşuur, nurânî vücud-u haricî giydirilmiş, câmi', hakikattar, külliyet kesb etmeye müstaid bir kanun-u emrîdir. Halbuki, en zayıf olan kavânîn-i emriye, sebat ve bekâya mazhardırlar. Çünkü, dikkat edilse, mâruz-u tegayyür olan bütün nevilerde birer hakikat-i sabite vardır ki, bütün tegayyürât ve inkılâbât ve etvâr-ı hayat içinde yuvarlanarak sûretler değiştirip, ölmeyerek, yaşayarak bâkî kalıyor.

İşte, herbir şahs-ı insanî, mahiyetinin câmiiyetiyle ve küllî şuuruyla ve umumi tasavvurâtıyla, bir şahıs iken, bir nev' hükmüne geçmiştir. Bir neve gelen ve câri olan kanun, o şahs-ı insanîde dahi câridir.

Mâdem Fâtır-ı Zülcelâl, insanı câmi' bir ayna ve küllî bir ubûdiyetle ve ulvî bir mahiyetle yaratmıştır; her ferddeki hakikat-i ruhiye, yüz binler sûret değiştirse, izn-i Rabbânî ile ölmeyecek, yaşayarak, geldiği gibi gidecek. Öyle ise, o şahs-ı insanînin hakikat-i zîşuuru ve unsur-u zîhayatı olan ruhu dahi, Allah'ın emriyle, izniyle ve ibkâsıyla, dâimâ bâkîdir.

Dördüncü Menba: Ruha bir derece müşâbih ve ikisi de âlem-i emrden ve irâdeden geldiklerinden, masdar itibâriyle ruha bir derece muvâfık, fakat yalnız vücud-u hissî olmayan nevilerde hükümran olan kavânîne dikkat edilse ve o nâmuslara bakılsa görünür ki, eğer o kanun-u emrî, vücud-u haricî giyse idi, o nevilerin birer ruhu olurdu. Halbuki, o kanun dâimâ bâkîdir, dâimâ müstemir, sabittir; hiçbir tegayyürât ve inkılâbât, o kanunların vahdetine tesir etmez, bozmaz. Meselâ, bir incir ağacı ölse, dağılsa, onun ruhu hükmünde olan kanun-u teşekkülâtı, zerre gibi bir çekirdeğinde ölmeyerek bâkî kalır.

İşte, mâdem en âdi ve zayıf emrî kanunlar dahi böyle bekâ ile, devam ile alâkadardır; elbette ruh-u insanî, değil yalnız bekâ ile, belki ebedü'l-âbâd ile alâkadar olmak lâzım gelir. Çünkü, ruh dahi Kur'ân'ın nassı ile, ferman-ı celîli ile âlem-i emrden gelmiş bir kanun-u zîşuur ve bir nâmus-u zîhayattır ki, kudret-i ezeliye ona vücud-u haricî giydirmiş.

Demek, nasıl ki sıfat-ı irâdeden ve âlem-i emrden gelen şuursuz kavânîn, dâimâ veya ağleben bâkî kalıyor; aynen onların bir nevi kardeşi ve onlar gibi sıfat-ı irâdenin tecellîsi ve âlem-i emrden gelen ruh, bekâya mazhar olmak daha ziyâde katîdir, lâyıktır. Çünkü, zîvücuddur, hakikat-i hariciye sahibidir. Hem, onlardan daha kavîdir, daha ulvîdir; çünkü, zîşuurdur. Hem, onlardan daha dâimîdir, daha kıymettardır; çünkü, zîhayattır.

İkinci Esas

Saadet-i ebediyeye muktazî vardır ve o saadeti verecek Fâil-i Zülcelâl de muktedirdir. Hem, harab-ı âlem, mevt-i dünya mümkündür; hem vâki' olacaktır. Yeniden ihyâ-i âlem ve haşir, mümkündür; hem vâki' olacaktır. İşte bu altı meseleyi, birer birer, aklı iknâ edecek muhtasar bir tarzda beyân edeceğiz. Zâten Onuncu Sözde kalbi, imân-ı kâmil derecesine çıkaracak derecede bürhanlar zikredilmiştir. Şurada ise, yalnız aklı iknâ edecek, susturacak, eski Said'in Nokta Risâlesi'ndeki beyânâtı tarzında bahsedeceğiz.

Evet, saadet-i ebediyeye muktazî mevcuddur. O muktazînin vücuduna delâlet eden bürhan-ı katî On Menba ve Medârdan süzülen bir hadsdir.

Birinci Medar: Dikkat edilse, şu kâinatın umumunda bir nizâm-ı ekmel, bir intizam-ı kasdî vardır. Her cihette reşahât-ı ihtiyâr ve lemeât-ı kasd görünür. Hattâ, her şeyde bir nur-u kasd, her şe'nde bir ziyâ-i irâde, her harekette bir lem'a-i ihtiyâr, her terkibde bir şûle-i hikmet, semerâtının şehâdetiyle nazar-ı dikkate çarpıyor.

İşte, eğer saadet-i ebediye olmazsa, şu esaslı nizam, bir sûret-i zaife-i vâhiyeden ibâret kalır; yalancı, esassız bir nizam olur. Nizam ve intizamın ruhu olan mâneviyât ve revâbıt ve niseb, hebâ olup gider.

Demek, nizâmı nizam eden, saadet-i ebediyedir. Öyle ise, nizâm-ı âlem, saadet-i ebediyeye işaret ediyor.

 


 

De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. (İsrâ Sûresi: 85.)

İkinci Medar: Hilkat-i kâinatta bir hikmet-i tâmme görünüyor.

Evet, inâyet-i Ezeliyenin timsâli olan hikmet-i İlâhiye, kâinatın umumunda gösterdiği maslahatların riâyeti ve hikmetlerin iltizâmı lisânı ile, saadet-i ebediyeyi ilân eder. Çünkü, saadet-i ebediye olmazsa, şu kâinatta bilbedâhe sabit olan hikmetleri, faydaları, mükâbere ile inkâr etmek lâzım gelir. Onuncu Sözün Onuncu Hakikati bu hakikati güneş gibi gösterdiğinden, ona iktifâen burada ihtisar ederiz.

Üçüncü Medar: Akıl ve hikmet ve istikrâ ve tecrübenin şehâdetleri ile sabit olan hilkat-i mevcudâttaki adem-i abesiyet ve adem-i israf, saadet-i ebediyeye işaret eder.

Fıtratta israf ve hilkatte abesiyet olmadığına delil, Sâni-i Zülcelâlin herşeyin hilkatinde en kısa yolu ve en yakın ciheti ve en hafif sûreti ve en güzel keyfiyeti ihtiyâr ve intihab etmesidir ve bâzan bir şeyi, yüz vazife ile tavzif etmesidir ve bir ince şeye bin meyve ve gâyeleri takmasıdır. Mâdem israf yok ve abesiyet olmaz; elbette saadet-i ebediye olacaktır. Çünkü, dönmemek üzere adem, herşeyi abes eder; her şey israf olur.

Umum fıtratta, ezcümle insanda, fenn-i menâfiü'l-âzâ şehâdetiyle sabit olan adem-i israf gösteriyor ki, insanda olan hadsiz istidâdât-ı mâneviye ve nihayetsiz âmâl ve efkâr ve müyûlât dahi israf edilmeyecektir. Öyle ise, insandaki o esaslı meyl-i tekemmül, bir kemâlin vücudunu gösterir ve o meyl-i saadet, saadet-i ebediyeye namzed olduğunu katî olarak ilân eder. Öyle olmazsa, insanın mahiyet-i hakikiyesini teşkil eden o esaslı mâneviyât, o ulvî âmâl, hikmetli mevcudâtın hilâfına olarak, israf ve abes olur, kurur, hebâen gider. Şu hakikat, Onuncu Sözün On Birinci Hakikatinde ispat edildiğinden kısa kesiyoruz.

Dördüncü Medar: pek çok nevilerde, hattâ gece ve gündüzde, kış ve baharda ve cevv-i havada, hattâ insanın şahıslarında, müddet-i hayatında değiştirdiği bedenler ve mevte benzeyen uyku ile haşir ve neşre benzer birer nevi kıyâmet, bir kıyâmet-i kübrânın tahakkukunu ihsâs ediyor, remzen haber veriyorlar.

Evet, meselâ haftalık bizim saatimizin sâniye ve dakika ve saat ve günlerini sayan çarklarına benzeyen, Allah'ın, dünya denilen büyük saatindeki yevm, sene, ömr-ü beşer, deverân-ı dünya, birbirine mukaddeme olarak, birbirinden haber veriyor; döner, işlerler. Geceden sonra sabahı, kıştan sonra baharı işledikleri gibi; mevtten sonra subh-u Kıyâmet, o destgâhtan, o saat-i uzmâdan çıkacağını remzen haber veriyorlar.

Bir şahsın müddet-i ömründe başına gelmiş birçok kıyâmet çeşitleri vardır. Her gece bir nevi ölmekle, her sabah bir nevi dirilmekle emârât-ı haşri gördüğü gibi, beş altı senede bilittifak bütün zerrâtını değiştirerek, hattâ bir senede iki defa tedricî bir kıyâmet ve haşir taklidini görmüş. Hem, hayvan ve nebat nevilerinde üç yüz binden ziyâde haşir ve neşir ve kıyâmet-i neviyeyi her baharda müşâhede ediyor. İşte, bu kadar emârât ve işârât-ı haşriye ve bu kadar alâmât ve rumuzât-ı neşriye, elbette kıyâmet-i kübrânın tereşşuhâtı hükmünde, o haşre işaret ediyorlar.

Bir Sâni-i Hakîm tarafından nevilerde böyle kıyâmet-i neviyeyii, yani bütün nebâtât köklerini ve bir kısım hayvanları aynen baharda ihyâ etmek ve yaprakları ve çiçekleri ve meyveleri gibi sâir bir kısım şeyleri aynıyla değil, misliyle iâde ederek bir nevi haşir ve neşir yapmak, herbir şahs-ı insanîde kıyâmet-i umumiye içinde bir kıyâmet-i şahsiyeye delil olabilir. Çünkü, insanın Bir tek şahsı, başkasının bir nevi hükmündedir. Zîrâ fikir nuru, insanın âmâline ve efkârına öyle bir genişlik vermiş ki, mâzi ve müstakbeli ihâta eder; dünyayı dahi yutsa tok olmaz. Sâir nevilerde ferçlerin mahiyeti cüz'iyedir, kıymeti şahsiyedir, nazarı mahduttur, kemâli mahsurdur, lezzeti ve elemi ânidir. Beşerin ise mahiyeti ulviyedir, kıymeti gâliyedir, nazarı amadır, kemâli hadsizdir, mânevî lezzeti ve elemi kısmen dâimîdir. Öyle ise, bilmüşâhede sâir nevilerde tekerrür eden bir çeşit kıyâmetler, haşirler, şu kıyâmet-i kübrâ-i umumiyete her şahs-ı insanî aynıyla iâde edilerek hasredilmesine reme eder, haber verir. Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatinde iki kere iki dört eder derecesinde katiyet ile ispat edildiğinden, burada ihtisar ederiz.

Beşinci Medar: Beşerin cevher-i ruhunda derc edilmiş gayr-i mahdut istidâdât ve o istidâdâtta mündemiç olan gayr-i mahsur kabiliyetler ve o kabiliyetlerden neş'et eden hadsiz meyiller ve o hadsiz meyillerden hâsıl olan nihayetsiz emeller ve o nihayetsiz emellerden tevellüd eden gayr-i mütenâhî efkâr ve tasavvurât-ı insaniye, şu âlem-i şehâdetin arkasında bulunan saadet-i ebediyeye elini uzatmış, ona gözünü dikmiş, o tarafa müteveccih olmuş olduğunu ehl-i tahkik görüyor.

İşte hiç yalan söylemeyen fıtrat ve fıtrattaki şu katî ve şedid ve sarsılmaz meyl-i saadet-i ebediye, saadet-i ebediyenin tahakkukuna dâir vicdâna bir hads-i katî veriyor. Onuncu Sözün On Birinci Hakikati, bu hakikati gündüz gibi gösterdiğinden kısa kesiyoruz.

Altıncı Medar: Rahmân-ı Rahîm olan şu mevcudâtın Sâni-i Zülcemâlinin rahmeti, saadet-i ebediyeyi gösteriyor. Evet, nimeti nimet eden, nimeti nikmetlikten halâs eden ve mevcudâtı, firâk-ı ebedîden hâsıl olan vâveylâlardan kurtaran saadet-i ebediyeyi, o rahmetin şe'nindendir ki, beşerden esirgemesin. Çünkü, bütün nimetlerin re'si, reisi, gâyesi, neticesi olan saadet-i ebediye verilmezse, dünya öldükten sonra âhiret sûretinde dirilmezse, bütün nimetler nikmetlere tahavvül ederler. O tahavvül ise, bilbedâhe ve bizzarûre ve umum kâinatın şehâdetiyle, muhakkak ve meşhud olan rahmet-i İlâhiyenin vücudunu inkâr etmek lâzım gelir. Halbuki, rahmet, güneşten daha parlak bir hakikat-i sabitedir.

Bak, rahmetin cilvelerinden ve latîf âsârından olan aşk ve şefkat ve akıl nimetlerine dikkat et. Eğer firâk-ı ebedî ve hicrân-ı lâyezâlîye, hayat-ı insaniye incirâr edeceğini farz etsen, görürsün ki; o latîf muhabbet, en büyük bir musîbet olur, o leziz şefkat en büyük bir illet olur, o nurânî akıl en büyük bir belâ olur. Demek, rahmet, (çünkü rahmettir) hicrân-ı ebedîyi, muhabbet-i hakikiyeye karşı çıkaramaz. Onuncu Sözün İkinci Hakikati, bu hakikati gayet güzel bir sûrette gösterdiğinden, burada ihtisar edildi.

Yedinci Medar: Şu kâinatta görünen ve bilinen bütün letâif, bütün mehâsin, bütün kemâlât, bütün incizâbât, bütün iştiyâkât, bütün terahhumât birer mânâdır, birer mazmundur, birer kelime-i mâneviyedir ki; şu kâinatın Sâni-i Zülcelâlinin lûtuf ve merhametinin tecelliyâtını, ihsan ve kereminin cilvelerini bizzarûre, bilbedâhe kalbe gösterir, aklın gözüne sokuyor.

Mâdem şu âlemde bir hakikat vardır; bilbedâhe hakiki rahmet vardır. Mâdem hakiki rahmet vardır; saadet-i ebediye olacaktır. Onuncu Sözün Dördüncü Hakikati, İkinci Hakikati ile beraber şu hakikati gündüz gibi aydınlatmıştır.

Sekizinci Medar: İnsanın fıtrat-ı zîşuuru olan vicdânı saadet-i ebediyeye bakar, gösterir. Evet, kim kendi uyanık vicdânını dinlerse, "Ebed, ebed!" sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdâna verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz. Demek, o vicdan, o ebed için mahlûktur. Demek, bu vicdânî olan incizab ve cezbe, bir gâye-i hakikiyenin ve bir hakikat-i câzibedarın yalnız cezbi ile olabilir. Onuncu Sözün On Birinci Hakikatinin hâtimesi bu hakikati göstermiştir.

Dokuzuncu Medar: Sâdık, masdûk, musaddak olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın ihbârıdır. Evet, o Zâtın (a.s.m.) sözleri, saadet-i ebediyenin kapılarını açmıştır ve Onun (a.s.m.) kelâmları, saadet-i ebediyeye karşı birer penceredir. Zâten bütün enbiyânın (aleyhimüsselâm) icmâını ve bütün evliyânın tevâtürünü elinde tutmuş, bütün kuvvetiyle bütün dâvâları tevhid-i İlâhîden sonra şu haşir ve saadet noktasında temerküz ediyor. Acaba, şu kuvveti sarsacak bir şey var mıdır? Onuncu Sözün On İkinci Hakikati, şu hakikati pek zâhir bir sûrette göstermiştir.

Onuncu Medar: On üç asırda yedi vecihle i'câzını muhâfaza eden ve Yirmi Beşinci Sözde ispat edildiği üzere, kırk adet enva-ı i'câzıyla mu'cize olan Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın ihbarât-ı katiyesidir.

Evet o Kur'anın nefs-i ihbarı, haşr-i cismanînin keşşafıdır ve şu tılsım-ı muğlak-ı âlemin ve şu remz-i hikmet-i kâinatın miftâhıdır. Hem o Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân'ın tazammun ettiği ve mükerreren tefekküre emredip nazara vaz'eylediği berâhin-i akliyye-i kat'iyye, binlerdir. Ezcümle: Bir kıyas-ı temsilîyi tazammun eden: -1- ve -2- ve bir delil-i adâlete işaret eden -3- gibi pekçok âyât ile haşr-i cismânîdeki saadet-i ebediyyeyi gösterecek pekçok dûrbînleri, nazar-ı beşerin dikkatine vaz'etmiştir. Kur'anın sâir âyetler ile izah ettiği şu deki kıyas-ı temsîlînin hülâsasını "Nokta" risalesinde şöyle beyân etmişiz ki: Vücûd-u insân, tavırdan tavıra geçtikçe acib ve muntâzam inkılâblar geçiriyor. Nutfeden alâkaya, alâkadan mudgaya, mudgadan azm ve lâhme, azm ve lâhmden halk-ı cedîde yâni insân sûretine inkılâbı, gayet dakik düsturlara tâbi'dir. O tavırların herbirisinin öyle kavânin-i mahsusa ve öyle nizâmat-ı muayyene ve öyle harekât-ı muttarideleri vardır ki; cam gibi, altında bir kasd, bir irade, bir ihtiyar, bir hikmetin cilvelerini gösterir.

 


 

1- De ki: Onu ilk önce kim yaratmışsa, tekrar o diriltecek. (Yâsin Sûresi: 79.)

2- Halbuki, O sizi halden hale sokarak yaratmıştır. (Nuh Sûresi: 14.)

3- Rabbin ise, kullarına haksızlık edecek değildir. (Fussilet Sûresi: 64.)

Vücud-u insan, tavırdan tavıra geçtikçe acîb ve muntazam inkılâblar geçiriyor. Nutfeden alâkaya, alâkadan mudgaya, mudgadan azm ve lâhme, azm ve lâhmden halk-ı cedîde, yani insan sûretine inkılâbı gayet dakîk düsturlara tâbidir. O tavırların herbirisinin öyle kavânîn-i mahsusa ve öyle nizâmât-ı muayyene ve öyle harekât-ı muttarıdaları vardır ki, cam gibi, altında bir kasd, bir irâde, bir ihtiyâr, bir hikmetin cilvelerini gösterir.

İşte, şu tarzda o vücudu yapan Sâni-i Hakîm, her sene bir libas gibi o vücudu değiştirir. O vücudun değiştirilmesi ve bekâsı için inhilâl eden eczâların yerini dolduracak, çalışacak yeni zerrelerin gelmesi için bir terkibe muhtaçtır. İşte o beden hüceyreleri, muntazam bir kanun-u İlâhî ile yıkıldığından, yine muntazam bir kanun-u Rabbânî ile tâmir etmek için rızık nâmiyle bir madde-i latîfeyi ister ki, o beden uzuvlarının ayrı ayrı hâcetleri nisbetinde, Rezzâk-ı Hakiki, bir kanun-u mahsus ile taksim ve tevzî ediyor.

Şimdi, o Rezzâk-ı Hakîmin gönderdiği o madde-i latîfenin etvârına bak; göreceksin ki, o maddenin zerrâtı bir kafile gibi küre-i havada, toprakta, suda dağılmış iken, birden hareket emrini almışlar gibi bir hareket-i kasdîyi işmâm eden bir keyfiyet ile toplanıyorlar. Güyâ onlardan herbir zerre bir vazife ile, bir muayyen mekâna gitmek için memurdur gibi gayet muntazam toplanıyorlar. Hem, gidişâtından görünüyor ki, bir Fâil-i Muhtarın bir kanun-u mahsusu ile sevk edilip, cemâdât âleminde mevâlide, yani zîhayat âlemine girerler. Sonra, nizâmât-ı muayyene ve harekât-ı muttarıda ile ve desâtir-i mahsusa ile rızık olarak bir bedene girip, o beden içinde dört matbahta pişirildikten sonra ve dört inkılâbât-ı acîbeyi geçirdikten sonra ve dört süzgeçten süzüldükten sonra bedenin aktârına yayılarak, bütün muhtaç olan âzâların muhtelif ve ayrı ayrı derece-i ihtiyaçlarına göre, Rezzâk-ı Hakikikin inâyetiyle ve muntazam kanunları ile inkısam ederler. İşte o zerrâttan hangi zerreye bir nazar-ı hikmetle baksan, göreceksin ki, basîrâne, muntazamâne, semîâne, alîmâne sevk olunan o zerreye, kör ittifak, kanunsuz tesadüf, sağır tabiat, şuursuz esbâb, hiç ona karışamaz. Çünkü, herbirisi unsur-u muhîtten tut, tâ beden hüceyresine kadar hangi tavra girmiş ise, o tavrın kavânîn-i muayyenesi ile güyâ ihtiyâren amel ediyor, muntazaman giriyor. Hangi tabakaya sefer etmiş ise, öyle muntazam adım atıyor ki, bilbedâhe bir Sâik-i Hakîmin emri ile gidiyor gibi görünüyor. İşte, böyle muntazam tavırdan tavıra, tabakadan tabakaya, git gide hedef-i maksadından ayrılmayarak, tâ makam-ı lâyıkına, meselâ Tevfik'in gözbebeğine emr-i Rabbânî ile girer, oturur, çalışır. İşte bu halde, yani erzaktaki tecellî-i rubûbiyet gösteriyor ki, ibtidâ o zerreler muayyen idiler, muvazzaf idiler, o makamlar için namzed idiler. Güyâ herbirisinin alnında ve cephesinde "Filân hüceyrenin rızkı olacak" yazılı gibi bir intizamın vücudu, her adamın alnında kalem-i kader ile rızkı yazılı olduğuna ve rızkı üstünde isminin yazılı olmasına işaret eder.

Acaba mümkün müdür ki, bu derece nihayetsiz bir kudret ve muhît bir hikmet ile rubûbiyet eden ve zerrâttan tâ seyyârâta kadar bütün mevcudâtı kabza-i tasarrufunda tutmuş ve intizam ve mîzan dairesinde döndüren Sâni-i Zülcelâl, neş'e-i uhrâyı yapmasın veya yapamasın?

İşte çok âyât-ı Kur'aniyye, şu hikmetli neş'e-i ûlâyı nazar-ı beşere vaz'ediyor. Haşir ve kıyametteki neş'e-i uhrayı ona temsil ederek istib'adı izale eder. Der: Yâni: "Sizi hiçten bu derece hikmetli bir sûrette kim inşa etmiş ise, odur ki, sizi âhirette diriltecektir." Hem der ki: * Yâni: "Sizin haşirde iadeniz, dirilmeniz, dünyadaki hilkatinizden daha kolay, daha rahattır." Nasılki bir taburun askerleri, istirahat için dağılsa; sonra bir boru ile çağrılsa kolay bir sûrette tabur bayrağı altında toplanmaları; yeniden bir tabur teşkil etmekten çok kolay ve çok rahattır. Öyle de: Bir bedende birbiriyle imtizac ile ünsiyet ve münasebet peyda eden zerrat-ı esasiyye, Hazret-i İsrafil Aleyhisselâm'ın Sûr'u ile Hâlık-ı Zülcelâl'in emrine "Lebbeyk" demeleri ve toplanmaları; aklen birinci îcaddan daha kolay, daha mümkündür. Hem, bütün zerrelerin toplanmaları belki lâzım değil. Nüveler ve tohumlar hükmünde olan ve Hadîste acbü'z-zeneb ** tâbir edilen eczâ-i esasiyye ve zerrat-ı asliyye, ikinci neş'e için kâfi bir esastır, temeldir. Sâni'-i Hakîm, beden-i insânîyi onların üstünde bina eder. Üçüncü âyet olan gibi âyetlerin işaret ettikleri kıyâs-ı adlînin hülâsası şudur ki:

Âlemde çok görüyoruz ki, zâlim, fâcir, gaddar insanlar gayet refah ve rahatla; ve mazlum ve mütedeyyin adamlar gayet zahmet ve zillet ile ömür geçiriyorlar. Sonra, ölüm gelir, ikisini müsâvi kılar. Eğer şu müsâvât nihayetsiz ise, bir nihayeti yoksa, zulüm görünür. Halbuki, zulümden tenezzühü, kâinatın şehâdetiyle sabit olan adâlet ve hikmet-i İlâhiye bu zulmü hiçbir cihetle kabul etmediğinden, bilbedâhe bir mecmâ-ı âheri iktizâ ederler ki; birinci, cezasını; ikinci, mükâfatını görsün. Tâ şu intizamsız, perişan beşer, istidadına münâsip tecziye ve mükâfat görüp, adâlet-i mahzâya medâr ve hikmet-i Rabbâniyeye mazhar ve hikmetli mevcudât-ı âlemin bir büyük kardeşi olabilsin.

Evet, şu dâr-ı dünya, beşerin ruhunda mündemiç olan hadsiz istidadların sünbüllenmesine müsâit değildir. Demek, başka âleme gönderilecektir. Evet, insanın cevheri büyüktür; öyle ise ebede namzeddir. Mahiyeti âliyedir; öyle ise, cinâyeti dahi azîmdir. Sâir mevcudâta benzemez. İntizamı da mühimdir; intizamsız olamaz, mühmel kalamaz, abes edilmez, fenâ-i mutlak ile mahkûm olamaz, adem-i sırfa kaçamaz. Ona Cehennem ağzını açmış, bekliyor; Cennet ise âğûş-u nazdarânesini açmış, gözlüyor. Onuncu Sözün Üçüncü Hakikati bu ikinci misâlimizi gayet güzel gösterdiğinden, burada kısa kesiyoruz.

 


 

* Mahlûkatı önce yaratan, sonra tekrar diriltecek olan Odur ki, bu Ona daha kolaydır. (Rum Sûresi: 27.)

** Buhârî, Tefsir: 39; Müslim, Fiten: 141-143; Ebû Dâvud, Sünnet: 22; İbn-i Mâce, Zühd: 32.

İşte, misâl için şu iki âyet-i kerîme gibi pek çok berâhin-i latîfe-i akliyeyi tazammun eden sâir âyetleri dahi kıyas eyle, tetebbu et. İşte, menâbi-i aşere ve On Medâr, bir hads-i katî, bir bürhan-ı katîyi intâc ediyorlar ve o pek esaslı hads ve o pek kuvvetli bürhan, haşir ve kıyâmete dâî ve muktazînin vücuduna katiyen delâlet ettikleri gibi, Sâni-i Zülcelâlin dahi-Onuncu Sözde katiyen ispat edildiği üzere-Hakîm, Rahîm, Hafîz, Adil gibi ekser Esmâ-i Hüsnâsı, haşir ve kıyâmetin gelmesini ve saadet-i ebediyenin vücudunu iktizâ ederler ve saadet-i ebediyenin tahakkukuna katî delâlet ederler. Demek, haşir ve kıyâmete muktazî, o derece kuvvetlidir ki, hiçbir şek ve şüpheye medâr olamaz.

Üçüncü Esas

Fâil, muktedirdir. Evet, nasıl haşrin muktazîsi, şüphesiz mevcuddur; haşri yapacak Zât da nihayet derecede muktedirdir. Onun kudretinde noksan yoktur. En büyük ve en küçük şeyler Ona nispeten birdirler. Bir baharı halk etmek bir çiçek kadar kolaydır.

Evet, bir Kadîr ki, şu âlem, bütün güneşleri, yıldızları, avâlimi, zerrâtı, cevâhiri nihayetsiz lisânlarla Onun azametine ve kudretine şehâdet eder. Hiçbir vehim ve vesvesenin hakkı var mıdır ki, haşr-i cismânîyi o kudretten istib'âd etsin?

Evet, bilmüşâhede bir Kadîr-i Zülcelâl, şu âlem içinde, her asırda birer yeni ve muntazam dünyayı halk eden, hattâ her senede birer yeni seyyar, muntazam kâinatı icad eden, hattâ her günde birer yeni muntazam âlem yapan, dâimâ şu semâvât ve arz yüzünde ve birbiri arkasında geçici dünyaları, kâinatları kemâl-i hikmet ile halk eden, değiştiren ve asırlar ve seneler, belki günler adedince muntazam âlemleri zaman ipine asan ve onunla azamet-i kudretini gösteren ve yüz bin çeşit haşrin nakışlarıyla tezyin ettiği koca bahar çiçeğini küre-i arzın başına bir tek çiçek gibi takan ve onunla kemâl-i hikmetini, cemâl-i san'atını izhâr eden bir Zât, "Nasıl Kıyâmeti getirecek, nasıl bu dünyayı âhiretle değiştirecek?" denilir mi?

Şu Kadîr'in kemâl-i kudretini ve hiçbir şey Ona ağır gelmediğini ve en büyük şey, en küçük şey gibi Onun kudretine ağır gelmediğini ve hadsiz efrad, Bir tek ferd gibi o kudrete kolay geldiğini, şu âyet-i kerîme ilân ediyor: . Şu âyetin hakikatini Onuncu Sözün Hâtimesinde icmâlen ve Nokta Risâlesi'nde ve Yirminci Mektubda izâhen beyân etmişiz. Şu makam münâsebetiyle üç mesele sûretinde bir parça izah ederiz.

İşte, Kudret-i İlâhiye, Zâtiyedir; öyle ise, acz tahallül edemez. Hem, melekûtiyet-i eşyaya taallûk eder; öyle ise, mevâni tedâhül edemez. Hem, nisbeti, kanunîdir; öyle ise cüz, külle müsâvi gelir ve cüz'î, küllî hükmüne geçer. İşte şu üç meseleyi ispat edeceğiz.

 


 

Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir. (Lokman Sûresi: 28.)

Birinci Mesele: Kudret-i Ezeliye, Zât-ı Akdes-i İlâhiyenin lâzıme-i zarûriye-i zâtiyesidir. Yani, bizzarûre zâtın lâzımesidir; hiçbir cihet-i infikâki olamaz. Öyle ise, kudretin zıddı olan acz, o kudreti istilzam eden zâta bilbedâhe ârız olamaz; çünkü, o halde cem-i zıddeyn lâzım gelir. Mâdem acz, zâta ârız olamaz; bilbedâhe, o zâtın lâzımı olan kudrete tahallül edemez. Mâdem acz, kudretin içine giremez; bilbedâhe, o kudret-i zâtiyede merâtib olamaz. Çünkü, herşeyin vücud merâtibi, o şeyin zıdlarının tedâhülü iledir. Meselâ, hararetteki merâtib, burûdetin tahallülü iledir; hüsündeki derecât, kubhun tedâhülü iledir ve hâkezâ kıyas et. Fakat, mümkinâtta hakiki ve tabiî lüzûm-u zâtî olmadığından, mümkinâtta zıdlar birbirine girebilmiş; mertebeler tevellüd ederek, ihtilâfât ile tegayyürât-ı âlem neş'et etmiştir. Mâdem ki kudret-i ezeliyede merâtib olamaz; öyle ise, makdûrât dahi, bizzarûre kudrete nisbeti bir olur; en büyük en küçüğe müsâvi ve zerreler yıldızlara emsâl olur. Bütün haşr-i beşer Bir tek nefsin ihyâsı gibi, bir baharın icadı Bir tek çiçeğin sun'u gibi o kudrete kolay gelir. Eğer esbâba isnad edilse, o vakit Bir tek çiçek bir bahar kadar ağır olur.

Şu Sözün İkinci Makamının dördüncü Allahü ekber mertebesinin âhir fıkrasının Haşiyesinde, hem Yirmi İkinci Sözde, hem Yirminci Mektupta ve Zeylinde ispat edilmiş ki, hilkat-i eşya, Vâhid-i Ehade verilse, bütün eşya bir şey gibi kolay olur. Eğer esbâba verilse, bir şey bütün eşya kadar külfetli, ağır olur.

İkinci Mesele ki, kudret melekûtiyet-i eşyaya taallûk eder. Evet, kâinatın, ayna gibi, iki yüzü var: Biri mülk ciheti ki, aynanın renkli yüzüne benzer; diğeri melekûtiyet ciheti ki, aynanın parlak yüzüne benzer. Mülk ciheti ise, zıdların cevelângâhıdır; güzel, çirkin, hayır, şer, küçük, büyük, ağır, kolay gibi emirlerin mahall-i vürûdudur. İşte şunun içindir ki, Sâni-i Zülcelâl, esbâb-ı zâhirîyi, tasarrufât-ı kudretine perde etmiştir; tâ Dest-i Kudret, zâhir akla göre, hasis ve nâlâyık emirlerle bizzat mübâşereti görünmesin. Çünkü, azamet ve izzet, öyle ister. Fakat, o vesâit ve esbâba hakiki tesir vermemiştir; çünkü, Vahdet-i Ehadiyet öyle ister. Melekûtiyet ciheti ise her şeyde parlaktır, temizdir; teşahhusâtın renkleri, müzahrafâtları, ona karışmaz. O cihet, vâsıtasız kendi Hâlıkına müteveccihtir. Onda terettüb-ü esbâb, teselsül-ü ilel yoktur. Ona illiyet, mâlûliyet giremez. Eğri büğrüsü yoktur; mâniler müdâhale edemezler. Zerre, Şemse kardeş olur.

Elhâsıl: O kudret hem basîttir, hem nâmütenâhîdir, hem zâtîdir. Mahall-i taallûk-u kudret ise, hem vâsıtasız, hem lekesiz, hem isyansızdır. Öyle ise, o kudretin dairesinde, büyük küçüğe karşı tekebbürü yok; cemaat ferde karşı rüçhânı olamaz; küll, cüz'e nispeten, kudrete karşı fazla nazlanamaz.

Üçüncü Mesele ki, kudretin nisbeti, kanunîdir. Yani, çoğa-aza, büyüğe-küçüğe bir bakar. Şu mesele-i gâmızayı, birkaç temsil ile zihne takrîb edeceğiz.

İşte, kâinatta, şeffâfiyet, mukabele, muvâzene, intizam, tecerrüd, itaat, birer emirdir ki, çoğu aza, büyüğü küçüğe müsâvi kılar.

Birinci temsil: Şeffâfiyet sırrını gösterir.

Meselâ, şemsin feyz-i tecellîsi olan timsâli ve aksi, denizin yüzünde ve denizin herbir katresinde aynı hüviyeti gösterir. Eğer, küre-i arz, perdesiz güneşe karşı muhtelif cam parçalarından mürekkeb olsa, şemsin aksi herbir parçada ve bütün zemin yüzünde müzâhemetsiz, tecezzîsiz, tenâkussuz, bir olur. Eğer, farazâ şems fâil-i muhtar olsa idi ve feyz-i ziyâsını, timsâl-i aksini irâdesiyle verse idi, bütün zemin yüzüne verdiği feyzi, bir zerreye verdiği feyizden daha ağır olamazdı.

İkinci temsil: Mukabele sırrıdır. Meselâ, zîhayat ferdlerden, yani insanlardan terekküb eden bir daire-i azîmenin nokta-i merkeziyesindeki ferdin elinde bir mum ve daire-i muhîtteki ferçlerin ellerinde de birer ayna farz edilse, nokta-i merkeziyenin muhît aynalarına verdiği feyiz ve cilve-i akis, müzâhemetsiz, tecezzîsiz, tenâkussuz, nisbeti birdir.

Üçüncü temsil: Muvâzene sırrıdır. Meselâ, hakiki ve hassas ve çok büyük bir mîzan bulunsa, iki gözünde iki güneş veya iki yıldız veya iki dağ veya iki yumurta veya iki zerre, herhangisi bulunursa bulunsun, sarf olunacak aynı kuvvet ile o hassas azîm terazinin bir gözü göğe, biri zemine inebilir.

Dördüncü temsil: İntizam sırrıdır. Meselâ, en azîm bir gemi, en küçük bir oyuncak gibi çevrilebilir.

Beşinci temsil: Tecerrüd sırrıdır. Meselâ, teşahhusâttan mücerred bir mahiyet, bütün cüz'iyâtına, en küçüğünden en büyüğüne, tenâkus etmeden, tecezzî etmeden, bir bakar, girer; teşahhusât-ı zâhiriye cihetindeki hususiyetler, müdâhale edip şaşırtmaz, o mahiyet-i mücerredin nazarını tağyir etmez. Meselâ, iğne gibi bir balık, balina balığı gibi, o mahiyet-i mücerredeye mâliktir; bir mikrop, bir gergedan gibi, mahiyet-i hayvaniyeyi taşıyor.

Altıncı temsil: İtaat sırrını gösterir. Meselâ, bir kumandan "Arş!" emri ile bir neferi tahrik ettiği gibi, aynı emir ile bir orduyu tahrik eder.

Şu temsil-i itaat sırrının hakikati şudur ki: Kâinatta, bittecrübe, herşeyin bir nokta-i kemâli vardır. O şeyin, o noktaya bir meyli vardır. Muzaaf meyil, ihtiyaç olur; muzaaf ihtiyaç, iştiyak olur; muzaaf iştiyak, incizab olur. Ve incizab, iştiyak, ihtiyaç, meyil, Cenâb-ı Hakkın evâmir-i tekviniyesinin, mahiyet-i eşya tarafından birer habbe ve nüve-i imtisâlidirler. Mümkinât mahiyetlerinin mutlak kemâli, mutlak vücuddur; hususi kemâli, istidadlarını kuvveden fiile çıkaran ona mahsus bir vücuddur.

İşte, bütün kâinatın "Kün" emrine itaati, Bir tek nefer hükmünde olan bir zerrenin itaati gibidir. İrâde-i Ezeliyeden gelen kün emr-i ezelîsine mümkinâtın itaati ve imtisâlinde yine irâdenin tecellîsi olan meyil ve ihtiyaç ve şevk ve incizab, birden, beraber mündemiçtir. Latîf su, nâzik bir meyille, incimâd emrini aldığı vakit demiri parçalaması, itaat sırrının kuvvetini gösterir.

 


 

Ol!

Şu altı temsil, hem nâkıs, hem mütenâhî, hem zayıf, hem tesir-i hakikisi yok olan mümkinât kuvvetinde ve fiilinde bilmüşâhede görünse, elbette hem gayr-i mütenâhî, hem ezelî, hem ebedî, hem bütün kâinatı adem-i sırftan icad eden ve bütün ukûlü hayrette bırakan, hem âsâr-ı azametiyle tecellî eden Kudret-i Ezeliyeye nispeten, şüphesiz her şey müsâvidir. Hiçbir şey Ona ağır gelmez.

Gaflet olunmaya, şu altı sırrın küçük mîzanlarıyla o kudret tartılmaz ve münâsebete giremez. Yalnız fehme takrîb ve istib'âdı izâle için zikredilir.

Üçüncü Esasın Netice ve Hulâsası

Mâdem kudret-i ezeliye, gayr-i mütenâhîdir, hem Zât-ı Akdese lâzıme-i zarûriyedir, hem herşeyin lekesiz, perdesiz melekûtiyet ciheti Ona müteveccihtir, hem Ona mukabildir, hem tesâvi-i tarafeynden ibâret olan imkân itibâriyle muvâzenettedir, hem şeriat-ı fıtriye-i kübrâ olan nizâm-ı fıtrata ve kavânîn-i âdetullaha mutîdir, hem mânilerden ve ayrı ayrı hususiyetlerden melekûtiyet ciheti mücerred ve sâfîdir; elbette en büyük şey, en küçük şey gibi, o kudrete ziyâde nazlanmaz, mukâvemet etmez. Öyle ise, haşirde bütün zevi'l-ervâhın ihyâsı, bir sineğin baharda ihyâsından daha ziyâde kudrete ağır olmaz. Öyle ise, fermanı, mübâlâğasızdır, doğrudur, haktır. Öyle ise, müddeâmız olan, Fâil muktedirdir; o cihette hiçbir mâni yoktur, katî bir sûrette tahakkuk etti.

Dördüncü Esas

Nasıl, Kıyâmet ve haşre muktazî var ve haşri getirecek Fâil dahi muktedirdir; öyle de, şu dünyanın, Kıyâmet ve haşre kabiliyeti vardır. İşte, "Şu mahal kâbildir" olan müddeâmızda dört mesele vardır:

Birincisi, şu âlem-i dünyanın imkân-ı mevtidir.

İkincisi, o mevtin vukuudur.

Üçüncüsü, o harap olmuş, ölmüş dünyanın âhiret sûretinde tâmir ve dirilmesinin imkânıdır.

Dördüncüsü, o mümkün olan tâmir ve ihyânın vuku' bulmasıdır.

Birinci Mesele: Şu kâinatın mevti, mümkündür. Çünkü, bir şey kanun-u tekâmülde dahil ise, o şeyde alâküllihâl neşv ü nemâ vardır. Neşv ü nemâ ve büyümek varsa, ona alâküllihâl bir ömr-ü fıtrî vardır. Ömr-ü fıtrîsi var ise, alâküllihâl bir ecel-i fıtrîsi vardır. Gayet geniş bir istikrâ' ve tetebbu ile sabittir ki, öyle şeyler mevtin pençesinden kendini kurtaramaz. Evet, nasıl ki insan küçük bir âlemdir, yıkılmaktan kurtulamaz; âlem dahi büyük bir insandır, o dahi ölümün pençesinden kurtulamaz. O da ölecek, sonra dirilecek veya yatıp, sonra subh-u haşirle gözünü açacaktır.

 


 

Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir. (Lokman Sûresi: 28.)

Hem, nasıl ki kâinatın bir nüsha-i musağğarası olan bir şecere-i zîhayat, tahrip ve inhilâlden başını kurtaramaz; öyle de, şecere-i hilkatten teşâub etmiş olan silsile-i kâinat tâmir ve tecdid için, tahripten, dağılmaktan kendini kurtaramaz. Eğer dünyanın ecel-i fıtrîsinden evvel, İrâde-i Ezeliyenin izniyle, haricî bir maraz veya muharrip bir hâdise başına gelmezse ve onun Sâni-i Hakîmi dahi ecel-i fıtrîden evvel onu bozmazsa, herhalde, hattâ fennî bir hesab ile, bir gün gelecek ki,

-1-
-2-


mânâları ve sırları Kadîr-i Ezelînin izni ile tezâhür edip, o dünya olan büyük insan, sekerâta başlayıp acîb bir hırıltı ile ve müthiş bir savt ile fezâyı çınlatıp dolduracak, bağırıp ölecek, sonra emr-i İlâhî ile dirilecektir.

 

İnce remizli bir mesele:

Nasıl ki, su kendi zararına olarak incimâd eder; buz, buzun zararına temeyyü' eder; lüb, kışrın zararına kuvvetleşir; lâfız, mânâ zararına kalınlaşır; ruh, cesed hesâbına zayıflaşır; cesed, ruh hesâbına inceleşir; öyle de, âlem-i kesif olan dünya, âlem-i latîf olan âhiret hesâbına, hayat makinesinin işlemesiyle şeffaflaşır, latîfleşir. Kudret-i Fâtıra, gayet hayret verici bir faaliyetle, kesif, câmid, sönmüş, ölmüş eczâlarda nur-u hayatı serpmesi, bir reme-i kudrettir ki, âlem-i latîf hesâbına şu âlem-i kesîfi nur-u hayat ile eritiyor, yandırıyor, ışıklandırıyor; hakikatini kuvvetleştiriyor.

Evet, hakikat ne kadar zayıf ise de, ölmez, sûret gibi mahvolmaz; belki teşahhuslarda, sûretlerde, seyr ü sefer eder. Hakikat büyür, inkişaf eder, gittikçe genişlenir; kışır ve sûret ise, eskileşir, inceleşir, parçalanır, sabit ve büyümüş hakikatin kametine yakışmak için daha güzel olarak tazeleşir. Ziyâde ve noksan noktasında, hakikatle sûret, ma'kûsen mütenâsibdirler. Yani, sûret kalınlaştıkça, hakikat inceleşir; sûret inceleştikçe, hakikat o nisbette kuvvet bulur. İşte şu kanun, kanun-u tekâmüle dahil olan bütün eşyaya şâmildir. Demek, herhalde bir zaman gelecek ki, kâinat hakikat-i uzmâsının kışır ve sûreti olan âlem-i şehâdet, Fâtır-ı Zülcelâlin izniyle parçalanacak, sonra daha güzel bir sûrette tazelenecektir; -3- sırrı tahakkuk edecektir. Elhâsıl, dünyanın mevti mümkün, hem hiç şüphe getirmez ki mümkündür.

 


 

1- Güneş dürülüp toplandığı, • Yıldızlar döküldüğünde, • Dağlar yürütüldüğünde. (Tekvir Sûresi: 1-3.)

2- Gök yarıldığı zaman. • Yıldızlar saçıldığı zaman. • Denizler kaynayıp birbirine karıştığı zaman. (İnfitar Sûresi: 1-3.)

3- Yeryüzünün başka bir şekle çevrileceği gün. (İbrâhim Sûresi: 48.) 

İkinci Mesele: Mevt-i dünyanın vuku' bulmasıdır. Şu meseleye delil, bütün edyân-ı semâviyenin icmâıdır ve bütün fıtrat-ı selîmenin şehâdetidir ve şu kâinatın bütün tahavvülât ve tebeddülât ve tegayyürâtının işaretidir; hem asırlar, seneler adedince zîhayat dünyaların ve seyyar âlemlerin, şu dünya misafirhânesinde mevtleriyle, asıl dünyanın da onlar gibi ölmesine şehâdetleridir.

Şu dünyanın sekerâtını, âyât-ı Kur'âniyenin işaret ettiği sûrette tahayyül etmek istersen, bak: Şu kâinatın eczâları dakîk, ulvî bir nizam ile birbirine bağlanmış; hafî, nâzik, latîf bir râbıta ile tutunmuş ve o derece bir intizam içindedir ki, eğer ecrâm-ı ulviyeden tek bir cirm, kün emrine veya "Mihverinden çık" hitâbına mazhar olunca, şu dünya sekerâta başlar. Yıldızlar çarpışacak, ecrâmlar dalgalanacak; nihayetsiz fezâ-i âlemde, milyonlar gülleleri, küreler gibi büyük topların müthiş sadâları gibi vâveylâya başlar. Birbirine çarpışarak kıvılcımlar saçarak, dağlar uçarak, denizler yanarak, yeryüzü düzlenecek. İşte, şu mevt ve sekerât ile, Kadîr-i Ezelî kâinatı çalkalar, kâinatı tasfiye edip Cehennem ve Cehennemin maddeleri bir tarafa, Cennet ve Cennetin mevadd-ı münâsibeleri başka tarafa çekilir; âlem-i âhiret tezâhür eder.

Üçüncü Mesele: Ölecek âlemin dirilmesi mümkündür. Çünkü, İkinci Esasta ispat edildiği gibi, kudrette noksan yoktur, muktazî ise gayet kuvvetlidir, mesele ise mümkinâttandır. Mümkün bir meselenin gayet kuvvetli bir muktazîsi var ise, fâilin kudretinde noksaniyet yok ise, ona mümkün değil, belki vâki' sûretiyle bakılabilir.

Remizli bir nükte: Şu kâinata dikkat edilse görünüyor ki; içinde iki unsur var ki, her tarafa uzanmış, kök atmış. Hayır şer, güzel çirkin, nef' zarar, kemâl noksan, ziyâ zulmet, hidâyet dalâlet, nur nâr, İmân küfür, tâat isyan, havf muhabbet gibi âsârlarıyla, meyveleriyle, şu kâinatta, ezdâd, birbiriyle çarpışıyor, dâimâ tegayyür ve tebeddülâta mazhar oluyor, başka bir âlemin mahsulatının tezgâhı hükmünde çarkları dönüyor. Elbette, o iki unsurun birbirine zıd olan dalları ve neticeleri, ebede gidecek, temerküz edip birbirinden ayrılacak; o vakit, Cennet-Cehennem sûretinde tezâhür edecektir.

Mâdem âlem-i bekâ, şu âlem-i fenâdan yapılacaktır; elbette anâsır-ı esâsiyesi bekâya ve ebede gidecektir Evet, Cennet-Cehennem, şecere-i hilkatten ebed tarafına uzanıp eğilerek giden dalın iki meyvesidir ve şu silsile-i kâinatın iki neticesidir ve şu seyl-i şuûnâtın iki mahzenidir ve ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudâtın iki havzıdır ve lûtuf ve kahrın iki tecellîgâhıdır ki, dest-i kudret bir hareket-i şedîde ile kâinatı çalkaladığı vakit, o iki havuz münâsip maddelerle dolacaktır.

Şu remizli nüktenin sırrı şudur ki:

Hakîm-i Ezelî, inâyet-i sermediye ve hikmet-i ezeliyenin iktizâsı ile, şu dünyayı, tecrübeye mahal ve imtihana meydan ve Esmâ-i Hüsnâsına ayna ve kalem-i kader ve kudretine sayfa olmak için yaratmış. Ve tecrübe ve imtihan ise neşv ü nemâya sebeptir. O neşv ü nemâ ise, istidadların inkişafına sebeptir. O inkişaf ise, kabiliyetlerin tezâhürüne sebeptir. O kabiliyetlerin tezâhürü ise hakâik-ı nisbiyenin zuhuruna sebeptir. Hakâik-ı nisbiyenin zuhuru ise Sâni-i Zülcelâlin Esmâ-i Hüsnâsının nukuş-u tecelliyâtını göstermesine ve kâinatı mektubât-ı Samedâniye sûretine çevirmesine sebeptir. İşte şu sırr-ı imtihan ve sırr-ı teklif iledir ki, ervâh-ı âliyenin elmas gibi cevherleri, ervâh-ı sâfilenin kömür gibi maddelerinden tasaffî eder, ayrılır.

İşte, bu mezkûr sırlar gibi daha bilmediğimiz çok ince, âlî hikmetler için, âlemi bu sûrette irâde ettiğinden, şu âlemin tegayyür ve tahavvülünü dahi o hikmetler için irâde etti. Tahavvül ve tegayyür için zıdları birbirine hikmetle karıştırdı ve karşı karşıya getirdi. Zararları menfaatlere mezc ederek, şerleri hayırlara idhâl ederek, çirkinlikleri güzelliklerle cem' ederek hamur gibi yoğurarak şu kâinatı tebeddül ve tegayyür kanununa ve tahavvül ve tekâmül düsturuna tâbi kıldı. Vaktâ ki, meclis-i imtihan kapandı, tecrübe vakti bitti, Esmâ-i Hüsnâ hükmünü icrâ etti, kalem-i kader mektubâtını tamamıyla yazdı, kudret nukuş-u san'atını tekmil etti, mevcudât vezâifini ifâ etti, mahlûkat hizmetlerini bitirdi, her şey mânâsını ifade etti, dünya âhiret fidanlarını yetiştirdi, zemin Sâni-i Kadîrin bütün mu'cizât-ı kudretini, umum havârik-ı san'atını teşhir edip gösterdi, şu âlem-i fenâ sermedî manzaraları teşkil eden levhaları zaman şeridine taktı, o Sâni-i Zülcelâlin hikmet-i sermediyesi ve inâyet-i ezeliyesi o imtihan neticelerini, o tecrübenin neticelerini, o Esmâ-i Hüsnânın tecellîlerinin hakikatlerini, o kalem-i kader mektubâtının hakâikını, o numûne-misâl nukuş-u san'atının asıllarını, o vezâif-i mevcudâtın faydalarını, gâyelerini, o hidemât-ı mahlûkatın ücretlerini ve o kelimât-ı kitâb-ı kâinatın ifade ettikleri mânâların hakikatlerini ve istidad çekirdeklerinin sünbüllenmesini ve bir mahkeme-i kübrâ açmasını ve dünyadan alınmış misâlî manzaraların göstermesini ve esbâb-ı zâhiriyenin perdesinin yırtmasını ve her şey doğrudan doğruya Hâlık-ı Zülcelâline teslim etmesi gibi hakikatleri iktizâ etti; ve o mezkûr hakikatleri iktizâ ettiği için kâinatı dağdağa-i tegayyür ve fenâdan, tahavvül ve zevâlden kurtarmak ve ebedîleştirmek için o zıdların tasfiyesini istedi ve tegayyürün esbâbını ve ihtilâfâtın maddelerini tefrik etmek istedi; elbette kıyâmeti koparacak ve o neticeler için tasfiye edecek. İşte şu tasfiyenin neticesinde, Cehennem, ebedî ve dehşetli bir sûret alıp, tâifeleri -1- tehdidine mazhar olacak. Cennet ebedî, haşmetli bir sûret giyerek ehil ve ashâbı -2- hitabına mazhar olacak. Yirmisekizinci Söz'ün Birinci Makamının İkinci Sualinde isbat edildiği gibi; Hakîm-i Ezelî, şu iki hânenin sekenelerine, kudret-i kâmilesiyle ebedî ve sâbit bir vücûd verir ki; hiç inhilâl ve tagayyüre ve ihtiyarlığa ve inkırâza mâruz kalmazlar. Çünki; inkırâza sebebiyet veren tagayyürün esbabı bulunmaz...

 


 

1- Bugün sizler ayrılın, ey mücrimler! (Yâsin Sûresi: 59.)

2- Size selâm olsun, buraya ter temiz geldiniz. Ebediyen kalmak üzere Cennete girin. (Zümer Sûresi: 73.)

Yirmi Sekizinci Sözün Birinci Makamının İkinci Suâlinde ispat edildiği gibi, Hakîm-i Ezelî, şu iki hânenin sekenelerine, kudret-i kâmilesiyle ebedî ve sabit bir vücud verir ki, hiç inhilâl ve tegayyüre ve ihtiyarlığa ve inkırâza mâruz kalmazlar. Çünkü, inkırâza sebebiyet veren tegayyürün esbâbı bulunmaz.

Dördüncü Mesele: Şu mümkün, vâki' olacaktır. Evet, dünya, öldükten sonra âhiret olarak diriltilecektir. Dünya harab edildikten sonra, o dünyayı yapan Zât, yine daha güzel bir sûrette onu tâmir edecek, âhiretten bir menzil yapacaktır. Şuna delil, başta Kur'ân-ı Kerîm binler berâhin-i akliyeyi tazammun eden umum âyâtıyla ve bütün kütüb-ü semâviye bunda müttefik bulunduğu gibi; Zât-ı Zülcelâlin evsâf-ı celâliyesi ve evsâf-ı cemâliyesi ve Esmâ-i Hüsnâsı, bunun vukuuna katî sûrette delâlet ederler; ve enbiyâya gönderdiği bütün semâvî fermanları ile Kıyâmeti ve haşrin icadını vaad etmiş. İşte mâdem vaad etmiş; elbette yapacaktır. Onuncu Sözün Sekizinci Hakikatine mürâcaat et.

Hem, başta Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın bin mu'cizâtının kuvveti ile, bütün enbiyâ ve mürselînin ve evliyâ ve sıddîkînin vukuunda müttefik olup, haber verdikleri gibi; şu kâinat, bütün âyât-ı tekviniyesiyle vukuundan haber veriyor.

Elhâsıl: Onuncu Söz bütün hakâikıyla, Yirmi Sekizinci Söz İkinci Makamında Lâsiyyemâlardaki bütün berâhiniyle, gurûb etmiş güneşin sabahleyin yeniden tulû edeceği derecesinde bir katiyetle göstermiştir ki, hayat-ı dünyeviyenin gurûbundan sonra şems-i hakikat hayat-ı uhreviye sûretinde çıkacaktır.

İşte, baştan buraya kadar beyânâtımız ism-i Hakîmden istimdâd ve feyz-i Kur'ân'dan istifade sûretinde, kalbi kabule, nefsi teslime, aklı iknâa ihzâr için, Dört Esas söyledik. Fakat, biz neyiz ki, buna dâir söz söyleyeceğiz? Asıl şu dünyanın Sahibi, şu kâinatın Hâlıkı, şu mevcudâtın Mâliki ne söylüyor, onu dinlemeliyiz. Mülk sahibi söz söylerken, başkalarının ne haddi var ki, fuzûliyâne karışsın?

İşte o Sâni'-i Hakîm, dünya mescidinde ve arz mektebinde, asırlar arkasında oturan tâifelerin umum saflarına hitaben îrad ettiği hutbe-i ezeliyyesinde, kâinatı zelzeleye veren:

 

-1-

 

 

ve bütün mahlûkatı neş'elendiren, şevke getiren

 

-2-

 

gibi binler fermanları, Mâlik-ül Mülk'ten, Sâhib-i Dünya ve Âhiret'ten dinlemeliyiz. "Âmenna ve Saddakna" demeliyiz.

-3-
-4-
-5-

 


 

1- Ne zaman ki yer müthiş bir sarsıntıyla sarsılır. • Ve yeryüzü bütün ağırlıklarını dışarı çıkarır. • Ve insan "Ne oluyor buna?" der. • O gün yeryüzü, üzerinde bulunan herkesin ne iş yaptığını haber verir. • Çünkü Rabbin ona konuşmasını emretmiştir. • O gün insanlar yaptıklarının karşılığını görmek için hesap yerinden bölük bölük dönerler. • Kim zerre kadar bir iyilik yaparsa, onun mükâfatını görür. • Kim zerre kadar bir kötülük yaparsa onun cezasını görür. (Zilzâl Sûresi: 1-8.)

2- İmân eden ve güzel işler yapanları müjdele: Altlarından ırmaklar akan Cennetler onlarındır. O Cennetlerden rızık olarak bir meyve yediklerinde, "Bu daha önce yediğimiz rızıktandır" derler. Rızıkları dünyadakine benzer şekilde kendilerine sunulur. Orada onlar için ter temiz eşler vardır. Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır. (Bakara Sûresi: 25.)

3- Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın. (Bakara Sûresi: 32.)

4- Ey Rabbimiz! Unutur veya hatâya düşer de bir kusur işlersek bizi onunla hesâba çekme. (Bakara Sûresi: 286.)

5- Allah'ım, Efendimiz İbrâhim'e rahmet ettiğin gibi, Efendimiz Muhammed'e ve Efendimiz Muhammed'in âline rahmet eyle. Şüphesiz Sen her türlü hamd ve övgüye lâyık Hamîd ve sonsuz büyüklük sahibi Mecîdsin. (Duâ) 

Tılsım-ı kâinatı keşfeden Kur'ân-ı Hakîmin mühim bir tılsımını halleden.

   
Senden Önce 175 ziyaretçi (266 klik) Kişi Buradaydi.
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol