|
Türkiye'nin En Büyük
İslam Ansiklopedisi
Olma Yolunda Hızla Gelişen Bir Sitedir.
İslam Ansiklopedisi 2008 - 2021 ©
|
Bizim Dinimiz olan Islam, daha önce Allah tarafindan gönderilen dinlerin aynisidir. Bunu herkes bilir ve bu nedenle hemen belirtelimki bütün dinlere saygimiz sonsuzdur.
Dinimizin ne oldugunu, nicin Allah tarafindan bize gönderildigini anlatmama gerek yok, bunu herkesin bilmesi lazim. Ancak beni üzen olay bu degil tam tersine Dinimizin Farzlarini bildigimiz halde neden yapmiyoruz, nicin Dinimizi kendi kafamiza göre degistiriyoruz. Bizler kim oluyoruzki????
Bir cok Insan kendi menfatini düsünerek, kendi dinini kuruyor ve daha kötüsüde bunu basklarina sanki dogruymus gibi anlatiyor. Cünkü gercekler onun Gözünü korkutuyor. Bunu anca Dinimizin nekadar güzel bisey oldugunu anlamayan Cahil insanlar yapar. Ve yaptiklari bu Dünyada islerine yariyor olsada unutmamalidirlarki, elbette herkesin oldugu gibi onlarda ebedi dünyada hesap verecekler.
Dinimiz kildan ince, kilictan keskindir. Hafife alinmamali. Dinimize karsi Saygili olmaliyiz ve birseyleri bilmiyorsak , dogrusunu arastirmamiz lazim. Anca ozaman o bilgiyi baskalariyla paylasabiliriz.
Din, tarih boyunca ve insanoğlunun en eski kültürlerinin ücra köşelerinde beşer hayatının köklü ve ayrılmaz bir özelliği olmuştur. İnsanlık tarihini ve bu tarih içerisindeki değişik görüşlerini anlayabilmek için, herşeyden önce insanların mensup oldukları dinleri tanımak gerekir. Aynı şekilde günümüz dünyasında yaşayan toplumların, çoğu zaman bizimkinden farklı olan hayata bakış açılarını kavrayabilmek de yine onların benimsedikleri ideoloji ve sahip oldukları inançların bilinmesiyle mümkündür.
Din her ne kadar, seremoniler, tapınaklar ve sanat eserleri gibi bir takım somut unsurlara sahip ise de, tamamıyla gözle görülebilen müşahhas bir fenomen değildir. Gözle görülebilen bu unsurların arzettikleri önemin tam olarak anlaşılabilmesi için, onlara, bunları kullanan kimselerin deruni hayatları açısından bakılması ve değerlendirilmeleri lazımdır. Sözgelimi, Hıristiyanlıktaki bir bebeğin vaftiz ayinini ele alalım: Vaftizin bir hıristiyan için arzettiği önemi ve bu ayine katılanların his ve beklentilerini bilmeksizin, onu tam olarak anlayabilmek mümkün müdür? Şüphesiz değildir. Öyleyse dinin tam olarak anlaşılabilmesi için, onun zahiri ve deruni yönlerinin birlikte ele alınması gerekir. Bu nedenle Dinler Tarihi sadece bir olaylar kronolojisi olmayıp, olayların içyüzünü ve onların analitik izahlarına da yer vermek zorunda olan bir disiplindir. O halde sadece beşeriyetin dini tarihinin izlediği rotayı belirlemek bizim için yeterli değildir; bunun yanısıra, bu alana giren kimselerin düşünce ve hislerine de nüfuz etmek gerekir.
Din oldukça zengin ve komplek bir fenomendir. O, hem harici ve deruni unsurlarının bir arada ele alınmasından ortaya çıkan bir kompleksliğe, hem de tarihte çok çeşitli inanç sistemleri şeklinde ortaya çıkması ve hâlâ da bu şekilde devam ediyor olmasından neşet eden bir karmaşıklığa sahiptir. Üstelik dünyamızda keşfedilmeyi bekleyen daha pekçok din vardır. Bütün bunların araştırılması ve incelenmesi oldukça büyüleyici ve ilgi uyandırıcı bir görevdir. Çünkü dini tecrübedeki bu çeşitlilik, beşeriyetin dini duygu ve hayal gücünün zenginliği ve insan ruhunun ulviliğinin yanısıra, dinin gerçekliği ile ilgili çok çeşitli soruların ortaya atılmasının da başlıca nedenidir.
Bilim tarihi, metodoloji ve bilimlerin mevcut durumu bilinmeksizin, bilimin gayesi ve mahiyeti birtakım iddialar ortaya atmanın anlamsızlığı gibi, dinin duygusal ve zahiri yönlerini bilmeksizin onun gerçekliği üzerinde konuşmanın da bir anlamı olmayacaktır. Öyleyse, bu konudaki bir eserin başlıca hedefi, öncelikle dinlerin ifade edildiği tecrübelerle ilgili olayları ortaya çıkarmaktır. Gayemiz, din fenomeni hakkında herhangi bir hüküm vermekten ziyade onu, tam ve doğru olarak tasvir etmektir. Bana göre, ancak böyle bir çalışma sonucunda, okuyucu veya yazar kendini, dinin gerçekliği konusunda hüküm verebilmek için daha iyi bir konumda bulabilecektir.
Dinin tanımlanabilmesi ve tarihinin tedkik edilebilmesinin, bir anlamda ilmi bir çabayı gerektirdiği söylenebilir. Zira olayların tarafsız ve objektif bir şekilde ele alınıp incelenmesi zorunludur. Ancak buradaki objektifliği sadece tapınak, kilise, cami gibi dini yapılara ve dışarıdan gözlemlenebilen dini davranışlara bakmak ve onları tasvir etmek şeklinde düşünmek, tabii ki yanlıştır. Görülebilir nitelikteki bu objelerin içyüzlerine de nüfuz etmek gerekir. Mesela, St. Paul'un Şam yolunda yaşadığı tecrübe gözönünde bulundurulmaksızın, onun aziz oluşunun tam hikayesini ortaya koymak mümkün müdür? Yaşanan bu tecrübe Paul'ün zahiri bir fiili olmasına rağmen başkaları tarafından gözlemlenememiştir. Mistik, peygamberane ve diğer bütün dini tecrübe şekillerini, özel ve gerçek manasıyla peygamberliği tam olarak kavrayabilmemiz mümkün değilse bile, bunları objektif olarak tasvir edebilmek mümkündür. Bunun anlamı, deruni tecrübeleri ve benzer davranışları her türlü peşin hükümden uzak olarak sempatik bir anlayışla tasvir edebiliriz demektir. Bu da dinlerin araştırılmasının hassas ve sanatkarane bir anlayış gerektirdiğini ortaya koyar.
Ancak din, halkın his ve duyguları üzerinde derin bir tesire sahip olması sebebiyle dindar insanların, çoğu zaman başkalarının inançları konusunda objektif ve tarafsız olmaları epeyce güç olmuştur.Buna karşılık dinden oldukça uzaklaşmış Agnostiklerin de din hakkında objektif olamadıkları görülmüştür. Bazen de denilmiştir ki; din bağlanmayı ihtiva eder, dolayısıyla inanmaksızın bir inanç sistemini tam olarak kavrayabilmemiz mümkün değildir. Bu nedenle bazen, bir inanç sistemini müntesibi olmayan yabancı bir kimsenin onu hiçbir zaman takdir edemeyeceği şeklinde bile görüşler ileri sürülmüştür.
Ancak böyle bir sonuç hem tehlikeli hem de oldukça abartılıdır. Abartılıdır, çünkü son zamanlarda yapılmış pek çok mukayeseli din araştırması, en azından bazı kimselerin başkalarının inançlarını anlayabileceklerini açık-seçik ortaya koymuştur. Ayrıca değişik din mensupları arasındaki diyaloglar da son zamanlarda oldukça gelişmiştir. Bütün bunların yanı sıra, yine bu alanda bazı araştırmacılarca önyargıyla kaleme alınmış kötü eserler de yok değildir. Ancak dini mensubiyetin, insanların kendi inançları dışındaki diğer inançların iyi taraflarını görmelerine kesinlikle engel olduğunu iddia etmek de doğru değildir. Üstelik bu nevi görüşler, insanların başka dinleri anlamak için sempatik çaba sarf etmelerine gerek olmadığı şeklinde bir sonuca götüreceğinden oldukça tehlikelidir.
Araştırmamızın boyutu gerek kapsadığı zaman dilimini gerekse alan yönünden oldukça geniş olmalıdır. Zira büyük dinlerin her biri gelişen birer organizma gibidir. Sadece Hıristiyanlık ve Budizm gibi farklı inanç sistemlerinin değişik kısımları arasındaki ilişkilerin değil, bir inanç sisteminin, doğuşundan bugüne kadar geçirdiği safhalarında ele alınıp incelenmesi gerekir. Mesela, iki bin yıl önce ortaya çıktığı ortamı bilmeksizin, Hıristiyanlığı tam olarak anlayabilmemiz mümkün değildir.
Bu anlamda dinlerin araştırılmasının tarihi bir yanı da vardır. Fakat tarih bize göstermiştir ki, bazı dinler gerilemiş ve hiç mensubiyeti kalmayarak tarihe mal olmuştur. Ancak bunlardan bazıları, insanlığın dini tecrübesi anlatılırken, hala ihmal edilemeyecek kadar önemlidir. Mesela, günümüzde sadece Hindistan'ta Bombay civarında çok az sayıda müntesibi bulunan Zerdüştilik bir zamanlar güçlü ve gelişen bir inanç sistemi idi. İyi ve kötünün mahiyetiyle ilgili köklü iddialara dayanıyordu.
Yine arkeolojik kalıntıların azlığı ve yazılı belgelerin yokluğu kesin bir neticeye ulaşmamızı engellese bile, dinin tarih öncesi menşei konusunda bazı şeylerin ortaya konulması da son derece önemlidir. Bu nedenle bazı araştırmacılar, günümüzün teknolojik bakımdan ilkel durumda bulunan bazı toplumlarını inceleyerek, tarih öncesi dönemlerdeki dini inançları tesbite çalışmışlardır. Onlar, bugün Taş Devri insanları gibi yaşayan kabilelerin Taş Devri inançlarını temsil edebileceği varsayımından yola çıkıyorlardı. Bu nedenle, okuma-yazma bilmeyen toplulukların, ister bugün, isterse tarihin çok eski dönemlerinde yaşamış olsunlar, aynı şekilde görmek gerekir.
Diğer taraftan insanların büyük çoğunluğu, tabii olarak, yaşayan büyük sistemlere ilgi göstermişlerdir. Bazen "dünya dinleri" olarak da isimlendirilen bu sistemler şunlardır: Hıristiyanlık, Yahudilik, İslam, Budizm, Hinduizm ve Konfüçyüsçülüktür. Bunların yanısıra, Çin'de Taoizm, Japonya'da Şintoizm, Hindistan'daki Caynizm ve Sih dini ile son zamanlarda Avrupa'da ortaya çıkan bazı Hıristiyan mezhepleri de bugünün önemli inanç sistemleri arasında yer alır. Bunlardan bazıları özellikle Hıristiyanlık, Budizm ve Hinduizm hâlâ milyonlarca müntesibe sahib olmalarına rağmen, taraftarlarını muhafaza edebilmek için dine muhalif yeni akımlarla kıyasıya mücadele halindedir.
Özellikle Batı Ülkelerindeki Agnostiklerin sayılarında hızlı artış göze çarpmaktadır. Agnostizmin, metafizik alanı tümüyle inkar eden ve bütün dikkatini sadece insan saadetine önem veren bir ahlak anlayışına çeviren bir anlayış olduğu söylenebilir. Kısacası o, Hıristiyanlığa alternatif olarak "hümanizmi" önerir. Aynı dönemde Marksizm, diğer materyalist sistem olarak hayret verici bir gelişme göstermiştir. Bu ikinci sistem de, menşei Batı olmakla birlikte, özellikle Doğu ülkelerinde geleneksel dine karşı bir rakip konumuna gelmiştir.
Bu iki yeni akım, Marksizm ve Hümanizm, dinin fonksiyonlarından pek çoğuna sahiptir. Böyle bir iddia özellikle marksizm için doğrudur: Onun, realiteyi bir bütün olarak izah eden bir doktrini, dünyevi cenneti temin edecek bir politik anlayışı ve zamanla geliştirdiği kendine ait özel ayinleri vardır. İşte dine karşı ortaya çıkmış bu yeni akımları da anlamaya çalışmadan, bütün insanlığın dini tecrübesini tasvir ettiğimizi düşünmek yanlış olacaktır. Hem Marksizm hem de Hümanizm kendileri bir parça dine benzemekle birlikte, kesinlikle dine karşıdırlar. Ayrıca Marksizm pratikte de, her zaman dine ve dinle ilgili şeylere karşı cephe almıştır. İşte bütün bunlar, dinin tarifiyle ilgili problem ortaya çıkarmaktadır. Eğer biz Marksizmi, oynadığı toplumsal ve entellektüel roller -yeni bir sosyal ahlak ve realiyete değişik bir dünya görüşü geliştirme teşebbüsleri- açısından bakacak olursak, onu yeni bir din olarak görebiliriz. Ancak, tabiatüstü alemi inkarı, gayb alemine ilgisinin yokluğu, vahyi ve mistik tecrübeyi kabul etmeyişi gözönüne alınarak, onu bir din olarak telakki yanlıştır. Peki Hıristiyanlık, Budizm gibi bizim din olarak isimlendirdiğimiz sistemlerde bütün bu unsurların hepsi veya bazıları mevcut mudur?
Dinin Boyutları:
Dinin tarifindeki temel güçlük, onun muhtelif veçhelerinin -veya ybizim isimlendireceğimiz şekilde, boyutlarının- bulunmasından kaynaklanır. Marksizmi bir din olarak kabul edip etmemiz, hangi boyutu din tarifi için önemli gördüğümüze bağlıdır. Bunun için öncelikle bu muhtelif boyutları incelemek yararlı olacaktır.
Dinin Ritüel Boyutu: Eğer bize tapınak ve kilise gibi yapıların faydası ve amacı nedir diye sorulacak olsa, bu soruya, onlar dini merasim ve törenlerin icra edildiği yerlerdir diye cevap vermek çok yanlış değildir. Zira din, kendini çoğu zaman ibadet, dua ve kurban gibi törenlerle ifade eder. Biz bütün bunları, dinin ritüel boyutu diye isimlendiriyoruz. Bu boyutla ilgili bazı önemli açıklamaların yapılması lazımdır.
İlk olarak, "ritüel" deyince hemen aklımıza Hıristiyanlıktaki ekmek-şarap ayini gibi resmi ve çok detaylı ibadetler gelir. Halbuki görülmeyen alemle ilişki kurmak, ona katılmak gibi bir niyetle yapılan, sözgelimi dua esnasında gözlerin kapatılması gibi dini ibadetin en basit formları bile ritüel kapsamına girer. Gerçekte böyle bir dünya ister mevcut olsun isterse olmasın, dindarlara göre o vardır ve içinde yaşadığımız dünya ile çok yakından ilgilidir. Kısacası onun varlığı kabul edilmiştir. Bizim amacımız, dini anlayışların doğruluğu veya yanlışlığı konusunda hüküm vermek değildir. Bizim için birinci derecede önemli olan, ritüel olarak telakki edilen, en basit dini davranışın bile doğru olarak tasvir edilmesi, tanımlanmasıdır.
İkincisi, ritüelin hem zahiri hem de deruni olmak üzere iki temel boyutu olmakla birlikte, onlardan birincisinin diğerine hakim olması hadisesine oldukça sık rastlanılır. Böyle durumlarda ritüel basma-kalıp ve mekanik bir hale gelir. Eğer o ritüel, kendisine beşeri bir anlam kazandıran, niyet, his gibi deruni veçheler gözardı edilerek, sadece belirli bazı zahiri hareketlerden ibaret hale gelirse, böyle bir ritüelin dini açıdan bir önemi kalmayacaktır. Bir kısım dini faaliyetlerin "ritüelistik" diye kötülenmelerinin nedeni de budur. Ancak ritüel teriminin böyle olumsuz bir anlamda kullanılmasından ötürü onu, dinin önemsiz ve bozulmuş bir veçhesi gibi görmek de yanlıştır.
Bunların dışında günlük hayatımızda hepimizin farkında olmadan yaptığı, bireysel ve sosyal ilişkilerimizin ayrılmaz parçası olan bazı seküler (dünyevi) ritüeller de mevcuttur. Bir kimseyi "günaydın!" diyerek selamlama, bayrağa saygı gösterme v.b. davranışlar bu çeşit dünyevi ritüellerin bazılarıdır. Ancak böyle seküler özellikteki ritüeller bile, çoğu zaman iş yapan bir kimseye "Allah kuvvet versin" diyerek selamlama misalindeki gibi, dini bir muhteva kazandıkları da görülür.
Üçüncüsü, "ritüel"in anlamını, sadece "Tanrı ve tanrılar için yapılan her türlü ibadet ve kurban töreni" şeklinde sınırlamamak, onun manasını daha geniş olarak düşünmek lazımdır.
Bilindiği gibi, Hindistan ve diğer bazı bölgelerde dinin en önemli unsurunu, yoga ve benzeri nefis terbiyesi teknikleri oluşturur. Bu nevi tekniklerin nihai gayesi, adayı daha üstün bilinçlilik düzeyine ulaştırmaktır. Böylece onun, dünyevi varoluştan kurtuluş, Nirvana ve Mutlak Hakikat tecrübesine sahip olma gibi aşkın tecrübelere ulaşabileceği varsayılır. Dolayısıyla böyle bir dinin temel karakteri sübjektiflik ve mistik oluşudur. Bazen böyle dinlerin, dinlerin büyük çoğunluğunca önem verilen ibadet ve kurban törenlerinin yetersiz olduğu ileri sürerek, Budizm'de olduğu gibi, Tanrı veya tanrılara önem verilmeksizin sadece bu nevi temrinlere önem verdiklerine rastlanır. Bundan başka, nefis terbiyesi teknikleri ile ritüel arasında bir benzerlik de söz konusudur; zira bilindiği gibi, nefis terbiyesi egzersizlerinde aday değişik bedensel ve zihinsel egzersizler yardımıyla müteal, görülmeyen alem üzerinde zihni konsantrasyonu sağlamayı veya dünyevi arzu ve ihtiraslardan kurtulmayı amaçlar. Öyleyse dinin bu tarafını da ritüel boyut kapsamına almamız gerekmektedir. Ancak, kutsal bir varlığa değil de belirli bazı tecrübelerin elde edilmesi amaçlandığı için böyle ritüeller mukaddes ritüelden farklı olarak pragmatik olarak nitelenir. Bazen de bu iki tür ritüelin, Hıristiyan mistisizminde olduğu gibi, bir arada bulundukları görülür.
Diğer taraftan bir ritüelin anlamı, icra edildiği inanç muhiti gözönüne alınmaksızın tam olarak anlaşılamaz. Aynı şekilde ritüellerin çoğunda dua, ilahi bir varlığa yapılır. Çok sık olarak da, tanrılarla ilgili efsaneler seremoni veya bayramın özelliklerini açıklamak için kullanılır. Aynı şekilde insan hayatının doğum, evlenme ve ölüm gibi önemli olayları ilahi alemle ilişkileri dolayısıyla dini bir öneme haizdir.
Bütün bunlar, bir din her hangi resmi bir doktrin veya teolojiye sahip olmadan önce meydana gelebilir. Teoloji, sistem ve entellektüel gücü, bir dinin daha muğlak olan geleneksel mitoloji veya vahiy hazinesine sokma faaliyetidir. Gayb aleminin sembolize edildiği efsaneler, tasvirler ve hikayeler bütününe ise dinin mitolojik boyutu adı verilir.
Dinin Mitolojik Boyutu : Mitolojik boyut konusunda da önemli bazı hatırlatmaların yapılması gereklidir. İlk olarak, mukayeseli din araştırmaları ve çağdaş teolojide "mit", "mitolojik" v.b. terimler "yanlık" manasında değildir. Halbuki günlük dilde kullanılan "bu mittir" ifadesi, "bu yanlıştır" ifadesinin bir başka söyleniş tarzıdır. Ancak "mit" terimi, din fenomeniyle ilgili olarak kullanıldığında, hikaye edilen olayın doğruluk veya yanlışlığına delalet etmeyen nötr bir tabirdir. Zaten menşei itibariyle mit terimi, hikaye anlamına gelir; bir şeyi hikaye etmek ise, onun doğruluğu veya yanlışlığı hakkında bir hüküm vermeğe delalet etmez. Biz de burada sadece çeşitli inançları hikaye ediyoruz.
İkinci olarak, bu terim, sadece Tanrı veya tanrılarla ilgili hikayeleri değil, belli bir gelenek bakımından önemli tarihi olaylar için de kullanılabilir. Mesela, Yahudilikteki Pesah ritüeli, İsrailoğulları tarihinde önemli bir yer tutan Mısır'daki esaretten kurtuluşu temsil eder. İşte bu önemli olay bir mit fonksiyonu görür. Öyleyse biz, önemli tarihi olaylarla ilgili bütün hikayeleri, onların gerçekten tarihte vukubulmuş olayların doğru hikayesi olup olmadığına bakmaksızın mitolojik boyut başlığı altında ele almamız gerekir.
Dinin Doktrinel Boyutu : Bir dinin teolojisinde ifade edilen mitoloji ve sembolleri birbirinden ayırmak her zaman kolay değildir. Bu nedenle doktrinler, mitolojik veya sembolik olarak ifade edilen dini inanç ve ibadetleri sistemleştirme, netleştirme ve akli olarak izah etme teşebbüsleridir. Teoloji, tabii olarak sembol ve efsaneleri kullanmak zorundadır. Mesela, bir Hıristiyan kelamcısı İnkarnasyonun anlamını tasvir etmek durumunda kalınca, mecburi olarak, Kitab-ı Mukaddes dilini ve tarihini kullanmak zorundadır. Bu nedenle, mitolojik ve doktrinel boyutlar arasını kesin çizgilerle ayırmak kolay değildir. Bununla birlikte Thomas Aqinu'nun yaratılış risalesi ile Tekvin'in yaratılış kıssaları arasında da bariz bir fark göze çarpar. Bu fark önemlidir, çünkü dünya dinlerinin varlıklarını sürdürebilmeleri büyük oranda tutarlı doktrinler ile realiteyi bir bütün olarak sunabilmelerine bağlıdır.
Dinin Ahlaki Boyutu : Tarih boyunca bütün dinlerin genellikle bir ahlak yasasıyla irtibatlı olduğunu görürüz. Ahlak kuralları ferdin davranışlarıyla ilgilidir ve çoğunlukla da toplumda hakim olan dine ait ahlak kanunları cemiyeti kontrol eder. Çok aşikardır ki, insanlar sahip oldukları bir takım normları ve değerleri kolay kolay bırakamazlar. Bazen de belli bir toplumdaki hakim inanç sistemince belirlenen bu standartlar, o cemiyetin bütün birimleri tarafından kabul edilmeyebilir.
Böyle bile olsa, dinlerin, bir parçası oldukları toplumların ahlaki davranışlarını belirleme ve biçimlemede çok etkili olduklarında şüphe yoktur. Bunun yanısıra, bir dinin mitolojisi ve doktriniyle bağlantılı ahlak sistemi ile, sözkonusu inanca mensup olanlarla ilgili sosyal gerçekleri birbirinden ayırmak da son derece önemlidir. Örneğin Hıristiyanlık, "komşunu kendin gibi sev" kuralını telkin eder. Ancak sosyolojik bir vakıa olarak, bu dinin resmi din olarak kabul edildiği veya hakim durumda olduğu ülkelerde yaşayap pek çok Hıristiyanın bu emrin gereğini yerine getirmede başarısız oldukları açıktır. Çünkü ne kiliseye giden herkesin komşusunu sevmesi, ne de tapınağa giden bütün Budistlerin zorunlu olarak başkalarına merhametli olması sözkonusudur. Dolayısıyla, bir inanç sisteminin ahlaki öğretileri ile, o dinin aktüel sosyal etkileri ve sosyal çevresini kesinlikle birbirinden ayırmamız gerekmektedir.
Bu noktayla ilgili bir başka husus ise, çoğu dinlerin kurumsallaşması olayıdır. Bu, özellikle teknolojik bakımdan geri kalmış ve bir rahip, büyücü ve astrologun sosyal yapıyla çok iyi bütünleştiği toplumlarda çok açık şekilde kendini gösterir. Böyle toplumlarda din sadece ferdi bir olay değil, aynı zamanda toplum hayatının bir parçasıdır. Öte yandan dini hayat ile seküler hayatın içiçe olduğu A.B.D. gibi çağdaş toplumlarda bile, kiliseler, dikkate alınması gereken müesseseler olarak varlıklarını sürdürür. Onlar kurulu nizamın bir parçasıdır. Dinin açıktan veya gizli olarak tahkir edildiği toplumlarda bile -mesela Sovyetler Birliği'nde- dini faaliyetleri devam ettiren kurumlar vardır.
Dinin Sosyal Boyutu : Dinler sadece inanç sistemlerinden ibaret değildir; onlar aynı zamanda birer sosyal organizasyon veya böyle organizasyonların bir parçasıdırlar. Onların toplumsal ve sosyal önemleri de vardır. Elbette dinin sosyal veçhesi, söz konusu dinin ahlaki ve dini öğretileri ile bunların uygulamadaki tezahürleri sonucu belirlenir. Ayrıca, dini ve ahlaki öğretilerin de mevcut sosyal şartlar ve durumlara adepte oluşuna da sıkça rastlanır. Mesela Japon balıkçıları, Budizm'in hiçbir canlıyı öldürmeme, yaralamama anlamındaki "ahimsa" presibini, balıkçılar olarak kendi aktiviteleriyle uzlaştırabilmişlerdir. Aynen bunun gibi, bir Hıristiyan'ın kendini kardeşçe sevgiye adayışı veya savaşa karşı tutumu da, çoğu zaman İncil'den ziyade vatanseverlik (patriotism) ve milli bir endişe ile tayin ve tesbit edilmiş olabilir. Bu nedenle, dinin ahlak ve sosyal boyutlarını birbirinden ayırmak fevkalede önemlidir. Sosyal boyut, söz konusu dinin müesseseleşmiş şeklidir ve ancak kurumlaşabilen bir din, doktrin ve müesseseleri vasıtasıyla içinde yaşadığı toplumu etkileyebilir. Doktrinel, mitolojik ve ahlaki boyutlar bir dinin görülmeyen alemin mahiyeti hakkındaki görüşlerini ve insan hayatının nasıl şekillenmesi gerektiğiyle ilgili dinin amaçlarını ifade eder. Sosyal boyut ise, bu iddialarla gerçekte şekilleniş tarzını ve dini kurumların faaliyet şekillerini gösterir.
Doğal olarak, bir ritüelin devam eden formlarının da, dinin kurumsallaşmasında çok önemli olduğu aşikardır. Nitekim eğer belirli seremoni ve sakramentlerin ancak bir rahip tarafından düzenli olarak yerine getirilebileceği kabul edilirse, bu durumda dini müessese kısmen de olsa, profesyonel rahipliği sürdürme ve koruma ihtiyacıyla belirlenmiş olacaktır.
Dinin Tecrübi Boyutu : Tecrübi boyut olmaksızın, buraya kadar tartışılan boyutların tümü bir dini izah etmekte yetersizdir. İnsanlar çeşitli dini merasimler vasıtasıyla görülmeyen alemle ilişki kurmayı veya ona katılmayı arzulayabilmelerine rağmen, ferdi din normal olarak o alemin ümid, idrak ve tecrübesini ihtiva eder. Sözgelimi, bir Budist rahibinin Nirvana'yı ümid edişi, aynı zamanda, aşkına katılma ve orada huzur ve sükun bulmanın deruni tecrübesine de şamildir. Tanrı'ya dua eden bir kimse, normalde O'nun, kendi duasına icabet ettiğine inanır. Fakat Tanrı'nın duaya icabeti, ya bir hastanın hemen şifa bulması misalindeki gibi zahiri ya da, daha da önemlisi dua eden kimse ile Yaratıcısı arasında filizlenen ferdi bir ilişki şeklinde deruni bir özellik arzeder. Bir Hıristiyan, Tanrı'nın insanlara dostane bir tarzda hitap ettiğine ve kişilerin de O'nun deruni tecrübesine sahip olabileceklerine imkan olarak kabul etmek durumundadır. Böylece ferdi dindarlığın, zorunlu olarak, tecrübi boyutu da ihtiva ettiği görülür.
Dini tecrübe faktörü, büyük dinlerin ortaya çıkmasına yolaçan önemli olaylar ve din kurucularının hayatları söz konusu olduğunda daha fazla önem kazanır. Budda, incir ağacı altında yoğun bir tefekkür halinde iken "aydınlanmaya" ulaştı. Yoğun mistik tecrübesinin sonucunda, dünya hayatının sıkıntı ve acılarını sona erdirecek sırra vakıf olduğuna inandı. Yine biz, bazı Ahd-i Atik peygamberlerinin Tanrı hakkında çok önemli şeyler öğrendikleri ve O'nun ismini bütün insanlığa tebliğe memur edildikleri başlangıç vizyonlarıyla ilgili rivayetlere de sahibiz. Hz. Muhammed de, kısa sürede Orta Asya'dan İspanya'ya kadar geniş bir alanda etkili olan "tevhid" inancının tebliğ faaliyetini böyle bir tecrübeden sonra başlamıştır. Hint kutsal literatürünün en önemlilerinden olan Upanişadları anlayabilmek için de, bu metinlerin öğretilerinin dayandığı tecrübeyi dikkate almakla mümkündür. Hinduizm'in bir başka önemli kaynağı Gita'da yer alan bir ibarede, Tanrı, Arjuna'ya kendini korkunç bir tarzda takdim etmektedir. Biraz önce de St. Paul'un konumuzla ilgili Şam yolunda yaşadığı bir tecrübeye temas etmiştik.
İsa Mesih'in ifadeleri, onun Baba'ya olan deruni yakınlığını ifade eder. Ancak bu yakınlığın, son derece önemli ferdi tecrübelere dayandığında şüphe yoktur. Verdiğimiz bütün bu örnekler ve benzerleri, dini tecrübenin büyük inanç sistemlerinin ortaya çıkışında çok önemli bir rol oynadığını ortaya koymaktadır.
Bu yüzden Marksizm'i bir din olarak görmek doğru değildir; çünkü o, kendine has öğretilere, sembollere, ayrı bir ahlak kurallarına, hatta bazı ritüellere sahip olmasına rağmen, görülmeyen alemin tecrübe edilebilirliğini inkar eder. Dolayısıyla bir marksist için, ne Tanrı ile ferdi ilişki kurma ne de kurtuluş veya nirvana tecrübesi önemlidir. Aynı şekilde Hümanizm de, bütün dikkatini dünyevi hedeflere yöneltmesinden ötürü din olarak kabul edilemez. Bununla birlikte, bütün bu sistemlerin çağdaş dünyamız üzerindeki tesirlerinin incelenmesi zaruridir. Ancak araştırmalarda ağırlık noktası, onların ferdi tecrübe açısından arzettikleri öneme ve böyle bir tecrübeyle nasıl şekillendikleri olacaktır.
Bununla beraber bir dini tecrübenin tasvir edilmesinin kendine has özel bir zorluğu vardır. Biz, böyle bir tecrübeyi yaşayan kimselerin yazılı veya sözlü olarak bize ulaşmış ifadelerine ve şehadetlerine dayanmak zorundayız. Bazen, büyük dini liderlerin mistik ve peygamberi tecrübeleriyle ilgili rivayetlerin yazıya geçirilmeden önce uzun zaman nesilden nesile şifahi olarak nakledilegeldikleri görülür. Fakat büyük insan kitlelerini etkileyen ferdi dini tecrübelerin çoğunun yazı sanatını bilen topluluklarda ortaya çıkmış olması bizim açımızdan büyük bir şanslılıktır.
Bunun bir başka anlamı da, sözkonusu tecrübenin, halihazırda doktrinel boyutu bulunan dinlerin varolduğu bir çevrede ortaya çıkmış olması demektir. Bu da, din kurucuları veya peygamberlerin kendine has önemli dini tecrübelerini açıklayışımızda başka bir problem ortaya çıkarır; çünkü bu tecrübeler muhtemelen ortaya çıktıkları dönemin mitolojik ve sembolik ifadeleriyle karışmış olmanın ötesinde, yine o dönemde mevcut doktrinlere ve anlayışlara göre yorumlanmışlardır. Eğer biz, bir dinin ikinci derecede önemli şahıslarından söz ediyor isek, bu güçlük nisbeten azalmaktadır. Zira bu ikincilerin dini tecrübelerinin tevarüs ettikleri doktrin ve mitolojilere göre yorumlanmış olması kuvvetle muhtemeldir.
Öte yandan, doktrinel ve mitolojik izahlardan mahrum, salt olarak bizatihi tecrübeye dayanan rivayetleri de anlayabilmek kolay değildir. Bu tür güçlükler, bazı durumlarda teşekkül ve sistemleştirme dönemleri boyunca aralarında hiçbir ilişki olmayan farklı kültürlerdeki rivayetlerin mukayesesi yoluyla bir ölçüde giderilebilir.
Üstelik tecrübeyle doktrin arasında varolan diyalektik ilişki de zikredilmeğe değer mahiyettedir. Mesela Budda, kendi çağının düşünce formlarından önemli unsurları almasına rağmen, gerçek yaratıcı kişiliği sayesinde bunlara yeni unsurlar ekleyebilmiş ve eski unsurların da muhtevasını değiştirebilmiştir. Ahd-i Atik peygamberleri de mevcut Yahve inancından hakikaten orijinal ahlaki bir monoteizm vücuda getirmişlerdir. Miras aldıkları basit, kabilevi doktrinde yapmış oldukları değişiklikler belli ölçüde, kendileri için vahyi nitelikteki ferdi dini tecrübelerinin ışığında anlaşılabilir. Böylece tecrübe ve doktrinel yorumlama arasındaki şöyle bir diyalektik ilişkinin mevcut olduğu görülür; Doktrinel yorumlama tecrübeyi renklendirirken, tecrübe de doktrini şekillendirir. Bu nedenle Dinler Tarihi ile ilgili eserlerde bu iki boyut arasındaki diyalektik ilişki ortaya konulmaya çalışılmalıdır.
Doktrin ile tecrübi boyut arasındaki bu karşılıklı ilişki aynı zamanda daha aşağı seviyedeki ferdi dinin bazı özelliklerini anlamamıza yardım eder. Mesela bir hıristiyan çocuğuna ailesi tarafından belirli doktrinler ve mitolojik yanı bulunan semboller öğretilir. Bu çocuğa, Tanrıya "Babamız" diye hitap edileceği, dünyanın Tanrı tarafından yaratıldığı ve onun sayesinde varlığını devam ettirdiği inancı öğretilir. Bu küçük hıristiyan açısından bütün bu inançlar, içinde yaşadığımız dünya ile ilgili -dünyanın güneş etrafında dönmesi fikri gibi- diğer tecrübe edilemez ifadeler gibi "teorik" niteliktedir. Şimdi bu dindarın, ferdi-mistik tecrübeleri veya mensup olduğu dinin ahlaki ve diğer emirlerini yerine getirerek daha derin bir dini anlayış seviyesine ulaştığını düşünelim: Bir müddet sonra bu kimse, o güne kadar sırlı bir şekilde ilişki kurduğu Tanrı'nın bir fert olduğunu idrak edecektir. Bundan böyle Tanrı, onun için, sadece spekülatif olarak düşünülecek veya görülebilecek bir şey değildir. Daha sonra bu kimse, Tanrı'ya ferdi olarak dua ve ibadet edilebileceğini anlayacaktır. Kısaca ifade etmek gerekirse, "Yerin ve Göğün Yaratıcısı, Kaadir-i Mutlak Baba Tanrıya inanırım" cümlesi artık onun için ayrı bir anlam kazanmıştır. Şimdi o, bir anlamda önceki inandığından ayrı bir şeye inanmaktadır. Böylece doktrin ve tecrübeler arasındaki karşılıklı ilişki, ferdi din için bir temel teşkil etmektedir.
|
|